İsrail Nasıl Kuruldu? Yazar: Fehmi Demirbağ 11 Kasım 2023, 18:24
İsrail Nasıl Kuruldu?
ABD'nin dünya politikasını kontrol eden İngiltere'dir. ABD'de önemli kararlar İngiliz diplomatların kararıyla alınır. Ve onların izni, haberi olmadan adım atmaları mümkün değildir.
"ABD'yi dünyada etkileyecek tek güçtür Londra. Ve Washington'un da dünyada danışacağı tek ülke İngiltere'dir."
DÜN; Çanakkale’de GÜYA İngilizlerle Almanlar savaştı, ama biz öldük..
O kahramanca direnişin şehidlerini rahmetle anıyorum ama, sonuçta kirli bir savaşın kurbanları olduk.. Ölüm tarlalarına sürüldük karanlık siyasi pazarlıklar uğruna..
Biz şehidlerimizin ardından Fatiha okuyup hatimler indirmeyi seviyoruz..
Şiir okumayı da seviyoruz..
Öfkeli bildiriler yayınlamayı, sloganlar haykırmayı da..
Övgü ve sövgüyü de.. Ama keşke biraz da okumayı, araştırmayı ,düşünmeyi sevebilsek..
Neden yalan yazılmış tarihin üzerine birde , yalanlara ortak oluyoruz .
ÇANAKKALE SAVAŞI MİLLETİMİZİN BEYİN VE İMAN GÜCÜNÜ YOK ETMEK İÇİN BATILILARIN ORTAKLAŞA YAZDIKLARI BİR SENARYODUR!
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir.. Tarihten ders alınır.. Tarih, bir toplumun hafızası ve tecrübeler birikimidir. Tarihlerini kaybetmiş, abartılı övgü ya da sövgülere kurban etmiş toplumların gelecekleri karanlıktır..
KISIM KISIM OLDUK YA... Millet olma şuurunu yitirdik te aynı gözle gözmez olduk ya hakikatleri...
Muhafazakar olduklarını söyleyenler kınalı kuzu mektuplarını okuyup gözyaşlarına boğulurken, heyecan verici şiilerin coşkusu ile gözleri dolduğunda tarihin sis bulutları arasında yaşanan bir savaşın soğuk gerçeklerini fark edemiyorlar.. Çoğu kimse Liman Von Sanders’i farketmiyor misal...
Biz buradan ‘İngilizler, Çanakkale’yi geçerse hilafet merkezi düşer’ diye gayret-i diniye ile yükleniyorduk; karşıdan İngiliz ve Fransız gemilerinden çıkan Müslümanlar, Almanlara esir düşen halifeyi kurtarmak için yükleniyordu.. Çünkü onlara öyle söylenmişti..Kemalistler ise gözlerine Mustafa Kemal’i çok yaklaştırdıkları için arkasında görmeleri asıl gerekenleri bir türlü görmeyip, hak-batıl savaşının süregelen çatışma sahnelerini görmüyorlar, göremiyorlar.
Osmanlı bütün kuvvetlerini Çanakkale’ye sevk edince; Ruslar, Kars’tan girip ilerleyince; Allahuekber Dağları’nda askerlerimiz donup ölünce İngiliz, Filistin’den vurdu bizi.. Biz de Çanakkale’deki komutanları bu defa Filistin’e sevk edince, o canhıraş savaşların yaşandığı Çanakkale’den bir süre sonra İngilizler tek kurşun atmadan ellerini kollarını sallayarak geçtiler Şehr-i hilafete...
Yüzbinlerce Şehid vererek geçilemez kıldığımız Çanakkale, basit bir hamleyle geçilivermişti yani. Çanakkale'nin geçilmesiyle de Müslüman Türk Milleti neticede BASKICI ŞEKİLDE SÜRDÜRÜLEN DEVRİM ADI ALTINDAKİ YAPTIRIMLARLA hak-batıl mücadelesinde başka bir saf'a geçiverdi.
Birileri bir trajediden, bir imparatorluğun kaybı ile sonuçlanan bir yenilgiden, tarihin belli enstantanelerine sıkıştırılmış bir kahramanlık destanı da ürettiler..
Almancılık veya İttihat Terakkicilik ya da ölen kirli bir oyunun kurbanı olan “kınalı kuzular”.. Kendi geleceğimizi bu kurgunun dışında aramamız gerek.. Bu kurguda kazanan kimse olmadı. Sonuçta insanlık kaybetti. Kazananlar için bile bu zafer pahalıya maloldu..
Zafere bak…Çanakkale sadece o gün geçilemedi. Sonuçta bir imparatorluğu kaybettik..
Bu savaş, Batılı ülkelerin Osmanlı Devletini yıkmak, talan etmek,gençlerini yıkmak-yok etmek içindi; göremedik...Çünkü ülkeyi yöneten jönler bir nev-i artistik derdindeydiler. Ruhları ağalarınca mekteplerde okutularak cahil birakılmıştı.
***
1800’lerde, İngiltere öncülüğünde, uzun soluklu bir “sömürü plânı” hazırladı...
Bu plânın temel ekseni, Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan etnik unsurları kışkırtıp, öte yandan İslâm dünyasını etkileyerek, Osmanlı Devleti’ni parçalamaktı.
Hilafetin gücü Osmanlıların elinden alınmalı, Müslümanlar, “dini lider”den mahrum edilmek suretiyle, dağılmaya mahküm edilmeliydi.
Böylece İslâm dünyasının elindeki zengin kaynaklar bölüşülecek, özellikle Ortadoğu’daki petrol yatakları yağmalanacaktı...
Bu proje, Ortadoğu’da bir “taşeron devlet” kurulmasını zaruri kılıyordu.
“İsrail Devleti” fikri işte böyle doğdu ve İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfour tarafından 1917’de açığa vuruldu: “Haşmetli İngiliz Kraliyet Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır”.
Artık İsrail, İslâm dünyasının içine kılıç gibi girecek, Araplar paramparça edilecekti... Bu amaca ulaşmak için önce Osmanlı Devleti parçalanmalı, hilâfetin birleştirici gücü ortadan kaldırılmalıydı. Bu fikir, Ortadoğu’dan pay kapmak isteyenlere cazip geldi: Avrupa, Amerika ve Rusya tarafından onaylandı.
Ardından sürekli savaşlarla bizi yıpratma sürecine soktular: 1877’de Rusya saldırdı(93 Harbi). Korkunç bir yenilgi aldık ve kitlesel göçlerle sarsıldık. Bu savaşın yaraları sarılmadan Yunanistan ayaklandı (1897). Dömeke’de Yunanistan’la savaşırken, Makedonya isyanı patladı (1902)...
1911’de Osmanlı mirasından Trablusgarp’ı (Libya) aparmak isteyen İtalya ile kapışmak zorunda kaldık. Trablus Savaşı bitmeden Balkanlar yeniden alevlendi: Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Karabağ ve Romanya’dan oluşan küçük çaplı bir Haçlı Ordusuyla (iki Balkan savaşı) savaştırıldık.
Yıpratma savaşları soluksuz 17 sene sürdü: İnsan, para ve silah kaynaklarımız tükendi. Şimdi sıra öldürücü yumruğu indirmeye gelmişti: “Hasta adam” damgasını vurdular ve işimizi külliyen bitirmek üzere, dünyanın en büyük donanmasını 700 bin asker eşliğinde Çanakkale’ye gönderdiler.
18 büyük zırhlı, 24 denizaltı, 13 torpido gemisi, 42 uçak, mayın tarama ve çıkartma gemilerinden oluşan Müttefik Kuvvetler, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderdi mevzilerimize. Bizim elimizde ise çoğu eski, demode 150 top vardı. Atılabilen mermi sayısı sadece 370’ti. Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise, mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaretti...
Buna rağmen yendik. Ne var ki diğer cephelerde işler iyi gitmemiş, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştık. İstanbul işgal edildi. Halifeyi alıp götürdüler. Bir süre sonra da hilafet kaldırıldı. Böylece İngiltere, meş’um projesinin en önemli sonucuna ulaştı: Artık “İslâm Halifesi” yoktu ve Müslümanlar bu birleştirici güçten mahrumdu. Yılların rüyası (Filistin’de Yahudi Devleti kurma) artık gerçekleştirilebilirdi.
İngiliz Hükümeti ile hükümetin içinde ve dışında yer alan Yahudi önderler, Sir Herry Finch isimli idealist bir avukatı Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması göreviyle bölgeye gönderdiler...
Takip eden yıllarda ise kesif bir Yahudi propagandası başladı: Dünya ticaretinin büyük bir bölümünü kontrollerinde tutan, bu amaçla kâğıt para, faiz sistemi ve kredi sistemi oluşturan Yahudiler, “mağdur-mazlum” olarak gösteriliyor, her şey kullanılarak kamuoyu oluşturuluyordu.
Başta Musos Haim Montefiore isimli bir İtalyan Yahudisi olmak üzere, kimi zengin Yahudiler kesenin ağzını açmış, bazıları Yahudi göçünü teşvik amacıyla Filistin’e göç etmişti.
Bir yandan kitaplar yazılıyor, Filistin’in ziraata ne kadar elverişli olduğu vurgulanıyordu...
Bu arada İngiltere Hükümeti, Filistin’e göçecek her Yahudi’nin İngiliz konsolosluklarının himayesinde olacağını açıklamış, can ve mal emniyeti konusunda garanti vermişti.
Buna rağmen Yahudiler Filistin’e göç etmekte pek istekli davranmıyorlardı...
1860’larda Filistin’deki Yahudi nüfus altı bin civarında idi. Bu durumda Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmak gerekiyordu. Kesif bir propaganda kampanyası açıldı. Bu konuda başta din, tarih ve para olmak üzere her türlü teşvikten yararlanıldı…
“Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar) sözü her türlü yayının lokomotif kavramı olarak vurgulandı…
Hatta meşhur Fransız İhtilâli (1789) bile bu amacın hizmetine verilmedi…
Bir Alman Yahudisi olan Hess, “Roma ve Kudüs” isimli kitabında, “Yahudi emellerinin gerçekleşeceği günün yaklaştığını, her ne bahasına olursa olsun Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulacağını, Fransız İhtilâli’nin de bu maksatla yapıldığını” söylüyor, böylece Yahudi gücünün sınırsızlığını vurguluyordu. Bu tür yayınlardan etkilenmemek mümkün değildi…
Çöl, “cennet” gibi takdim ediliyordu… Artık sıra “devlet” taleplerini tek çatı altında toplamaya gelmişti.
İlk Siyonist Kongre bu amaçla yapıldı (29 Ağustos 1897). İsviçre’nin Basel Kasabası’nda Dr. Theodor Herzl liderliğinde toplanan kongreye 200 varlıklı delege katıldı. Kongreden başkenti Kudüs olan bir Yahudi Devleti kurulması kararı çıktı.
İsrail’i kurmak isteyenler başlangıçta bir “cemaat” gibi çalışıyorlardı, ama güçlendikçe durum değişti ve devlet düzenine benzer bir hiyerarşik yapılanmaya gidildi.
Bankalar ve ticarî şirketler oluşturuldu. Çok sayıda gazete, dergi, kitap yayınlandı. Tiyatro oyunları sahnelendi. Sinema endüstrisine el atılıp önemli filmler yapıldı. Böylece sanatın her dalı, Yahudi propagandasının hizmetine verildi. Artık her şey Siyonizm’in emellerine hizmet ediyordu.
Siyonizm’in kontrolündeki hareket kısa sürede o kadar zenginleşti ki, Sultan II. Abdülhamid’e müracaat edip, son derece cazip bir teklif sundular. Buna göre;
1. Osmanlı Devleti’nin tüm borçları ödenecek;
2. Osmanlı Devleti’ne büyük malî yardımda bulunulacak;
3. Sultan Abdülhamid’in siyaseti Avrupa ve Amerika’da desteklenecek;
4. Osmanlı Devleti’nde inşa edilecek savaş üslerinin parası ödenecek;
5. Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük bir meblâğ verilecek;
6. Filistin’de uluslararası çapta kurulacak üniversiteye Türk öğrenci de alınacaktı.
Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarına göre, Sultan Abdülhamid, bu teklif karşısında çok öfkelenmiş, yüksek sesle bağırarak: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı terk edin. Defolun!” demişti.
Hazin ki, 1909’da İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan İttihad-Terakki Hükümeti’nde, üç Yahudi veya dönme bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) yer alacak, kurdun gövdeye girdiği böylece görülecekti…
Ardından İttihad-Terakki iktidarı, azınlıkların da toprak satın alabilecekleri yolunda bir kanun çıkaracaktı… Bu sayede Yahudiler, Filistin’de geniş topraklar satın alacak, hatta Sultan Abdülhamid’in kişisel arazisi bile yok pahasına Yahudilere satılacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde İngiltere Filistin’i işgal etti. Askerî bir diktatörlük kurdu ve Filistin’e göç edecek her Yahudi’ye toprak sözü verdi. Ayrıca Yahudiler silah taşıyabileceklerdi. Oysa Arapların çakı taşıması bile yasaktı.
Öte yandan, “Kültür Dernekleri” adı altında, Yahudilerin organize hale gelmesini sağladı. Araplar ise dağınıktı.
Anlaşılacağı gibi, İngilizlerin Filistin’i işgal etmelerinin en önemli sebeplerinden biri, dünyanın değişik ülkelerinde dağınık olarak yaşayan Yahudileri Filistin’de toplamaktı.
Birinci Dünya Savaşı çıkarmalarının en büyük sebeplerinden biri ise (sebep-sonuç ilişkisine bakılırsa) Osmanlı Devleti’ni dağıtmak, hilafeti kaldırtmak, Müslümanlar arasında, istendiğinde kanatılabilecek bir “çıbanbaşı” bırakmaktı.
Gerisini biliyorsunuz!
FİLM BAŞLIYOR! İZLEMEYE HAZIR MISINIZ?
"Mahşerin Çiçeği Kınalı Kuzular"
BİNLERCE LİSELi VE ÇOCUK ASKERLERİ ŞEHİD ETTİLER. KATLEDİLEN, OKUYAN ÇOCUKLARLA MİLLETİN GELECEĞİ DE ÇALINMIŞTI YANİ.
HEM, ZATEN İNGİLİZLER İSTANBUL'DA DEĞİL MİYDİ?
PEKİ, BOĞAZDAKİ SAVAŞ NEYİN NESİYDİ?
Yedi denizin hakimi, toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen ve devrin en güçlü imparatorluğu olan İngiltere ile birlikte Fransa’dır.
Yani devrin en büyük güçleri. Her iki devlet de 1. Dünya Savaşı’nı bir an önce bitirmek için ufacık bir karaya tüm güçleri ile yüklenmiş, bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.
Neden ? Zaten istanbuldaydılar ve İstanbul ve Boğazlar ellerindeydi.
BAKIN DİKKAT EDİN LÜTFEN : Bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.
Çünkü Bütün sömürgelerinden insanları savaş bahanesi ile kıyımla azaltıyorlardı.
Çanakkale’ye 12 bini aşkın sadece Kosovalı savaşmaya geldi. Bir köyden 110 kişi gelmişti. 106’sı şehit oldu. 4 kişi kaldı. Onlar köye gitmeye utandılar. Önce birisi gidiyor. Halk soruyor, diğerleri nerde? Geride gelecekler, diyor. Aradan 10 gün geçiyor, ikincisi geliyor. Ona da soruyor halk: Gerisi nerede? “Geriden gelecekler, diyor. 15 gün sonra üçüncüsü, bir ay sonra dördüncüsü... Sonrası yok.
Hepsi Çanakkale toprağına düştü onların.
Bu savaş, bütün ayrıntılarıyla savaşın mimarı Winston Churchill tarafından 20 sene önce kaleme alınmıştır. Bu kişinin doktora tezi, Çanakkale Savaşı’nın adeta senaryosu gibidir.
Bu Savaş Almanlarla İngiliz-Fransızlar arasında başlamasına rağmen neredeyse bütün cepheler Osmanlı topraklarında açılmıştır. Tabiri caiz ise, kendi mahallelerinde kavgaya tutuşan iki serseri, komşunun bahçesine girerek orayı talan etmiş sonra da el koymaya çalışmıştır.
Bu Savaşın Osmanlının beyin gücünü bitirme üzerine kurgulanması, senaryonun ileriki yılları düşünerek yazılmış olduğunu gösteriyor. Özellikle bir başka tertip savaş olan 2. dünya savaşı ile de güya Hitlerin hışmından kaçırılan müderrisler bizim üniversitelerimize yerleştirilmiş olup, istiklal mahkemelerince yok edilen son dönem osmanlı müderrislerinin kökü tamamen kazındıktan sonra dönüştürülmüş beyinler akademisyen olarak ilim yuvalarımıza yerleştirilmişlerdir. Artık ülkemiz batıya gönüllü köpeklik yapacak kadrolara teslim edilmiştir.
***
Savaş öncesi hazırlıklara bakılırsa, Winston Churchill’in Çanakkale Boğazı’nı geçse bile kara savaşını planladığı anlaşılmaktadır. Zira, Kara Savaşları yoluyla Osmanlı’nı yetişmiş beyin gücü neredeyse tamamen bitirilmiştir. Öyle ki mühendislik fakülteleri, tıbbiye gibi okullar yıllarca mezun verememiştir. Bunun da ötesinde o dönemdeki bütün tarikat mensupları büyük bir iştiyakla gönüllü birlikler kurarak cepheye koşmuşlar ve bunun neticesinde de manevi dinamikler de yok olmuştur.
Winston Churchill’in sinsi planlarından birisi de sömürgelerden getirilenlerin de ölümleri üzerinedir. Zira Avustralya ve Yeni Zelanda’dan getirilen askerlerin de birçoğu ülkelerine dönememişler böylece İngilizler sömürgelerdeki muhtemel direnişlerinde önüne geçmişlerdir. Daha doğrusu, bir taşla iki kuş vurmak değil kuş katliamı yapmışlardır.
Müttefikimiz...Uğurlarına cihan harbine iştirak ettiğimiz Almanları da bir hatırlayalım isterseniz. 1.Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Merhum Mehmet Akif görevi gereği Berlin’dedir. Akif, sabah kalkınca kaldığı otelin penceresinden gördüğü manzarayla sevinir. Evlerin pencerelerinden ve balkonlarından bayraklar sallanmaktadır. Almanlarla omuz omuza savaştığımızı düşünerek ‘’Galiba Kanal Cephesi’nde galip geldik’’ diye Almanların sevinçlerine sevinir. O sırada Kanal Cephesi’nde İngilizlerle çetin mücadeleler olmaktadır.
Mehmet Akif’in sevinci uzun sürmez. Hatta biraz sonra öğrendikleri karşısında dehşete kapılır. Meğer Kanal Cephesi’nde ordumuz ağır bir mağlubiyet yaşamış Kudüs düşmüştür. Bu bayrak asma sevincinin sebebini Almanlara sorduğunda aldığı cevap onu daha da dehşete düşürür. Almanlar; ‘’Bin yıldır Müslümanların elinde olan Kudüs, Hıristiyanların eline geçti. Bizim ordumuz yenilmiş ne önemi var ki?’’ demektedirler. Bu hadise ve benzeri hadiseler ayrıca açılan cephelerin neredeyse sadece Osmanlı topraklarında olması bu savaşın danışıklı dövüş olma ihtimalini dahi akıllara getirmiyor değil.
Bütün bu hadiseler gösteriyor ki Çanakkale savaşı, sadece Osmanlı Devletini fiziken yıkmaya değil aynı zamanda beyin gücünün ve manevi ruh gücünün bitirilmesine de yönelik bir savaştır.
Zira bu savaş sonunda; milletimizin beyin gücü, manevi gücü ve genç nüfusunu neredeyse tamamen bitirmişlerdir.
Ne hikmettir ki; Anadolu insanını tamamen yok etmek üzerine senaryo yazıp dünya sahnesinde vizyona sürenler, bir zaman sonra kendi aralarında bir daha kapışmışlar (2.Dünya Savaşı) birbirlerinin şehirlerini harabeye çevirmişler , altmış milyona yakın kendi insanlarını imha etmişlerdir.
Bundan dolayı, 2. Dünya Savaşı’na Çanakkale’deki mazlumların ahı sebep oldu dense yeridir. Şehitlerimizin ruhu şad ola.
***
Japon eğitim uzmanları eğitim sistemimizi incelemek üzere Türkiye’ye geldiklerinde, Hiroşima felaketi ile ilgili Başbakan Turgut Özal ile Japon diplomatlar arasında ilginç bir diyalog geçti. Birçok bürokratın da hazır bulunduğu bir ortamda raporlar sunuldu ve Japonlar sonucu şöyle açıkladı : “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”
Bunun üzerine Turgut Özal şaşırdı ve “Nasıl yani?” diye sordu. Japonlar ise şöyle devam etti: “Biz Japonya’da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir; dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir; ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır; Hiroşima ve Nagasaki’ye götürür; orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir ve deriz ki: Eğer siz bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”
Bu sırada Türk bürokratlardan biri atıldı: “Ama bizim Hiroşima’mız yok ki!”
Japon uzmanın cevabı ise tokat gibiydi:
“Sizin Çanakkale’niz on Hiroşima eder!”
***
Yıl 1915;
Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu.
Bir gün önce şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde bir yumak gibi birbirine sarılmış tir, tir titriyorlardı.
Onlar, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.
Ancak, birden içlerinden biri avaz, avaz bir marş söylemeye başladı!.
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi. Hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana
Biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz, avaz!.. Gözleri çakmak, çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.
O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladı. Tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an, bir makineli yavruları biçiverdi. Başak taneleri gibi dökülüverdiler. Hepsi sipere geri düştüler…
Yıl 2015;
Çanakkale Mahşeri’nde, hayatının baharını idrak eden nice civanmert genç “bir hilâl uğruna” kendini feda etmiştir. Çanakkale’ye gönüllü olarak iştirak eden başta İstanbul ve Çanakkale olmak üzere çevre illerdeki liseli, üniversiteli, medreseli gençlerle birlikte çeşitli gençlik cemiyetlerine mensup çocuklar da çarpışmışlardır. İlim öğrenme, tahsil yapma ve hatta oyun çağındaki gençlerimiz, okullarını ve ideallerini bir kenara bırakarak vatan müdafaasına koşmuşlar ve o tatlı canlarını, kınalı başlarını bu mübarek topraklara siper etmişlerdir. Seferberlik yıllarında, askerlik çağındaki bütün gençler gibi lise, üniversite ve medrese öğrencileri de silah altına alınmış ve “Gönüllü, Öğrenci veya Darülfünun taburları” adıyla çeşitli cephelerde çarpışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale’deki muhârebelerde yitirilen gençlerin sayısı ve hangi mektep ya da cemiyetten geldikleri, askerlik kayıtları Harbiye Nezareti’ne düzenli bir biçimde ulaşmadığı için, bugün hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Savaşa gidenlerin ve şehitlerin kayıtları incelendiğinde, adı geçen illerde bulunan okullardaki, lise birinci sınıf haricinde kalan öğrencilerin pek çoğunun savaşa katıldıkları ve bunların büyük ekseriyetinin cepheden geri dönmeyi başaramadığı ve liselerin çoğunun iki yıl süre (1915-1916) ile öğrenci mezun edemediği kaynaklarda genel olarak zikredilmektedir. Sadece Çanakkale Cephesinde şehit olanların 10 binden fazlasının yüksek tahsilli, 70 bin kadarının da rüştiye mezunu olduğu dikkate alındığında vahametin boyutları daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu genç bahadırların yazdıkları “Çanakkale Destanı” ve onların hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar ulvî olan ölümsüz kahramanlıkları hakkında söylenebilecek en anlamlı söz, herhalde Darülfünun müderrislerinden İsmail Hakkı Bey ile devrin güçlü kalemlerinden Şair Süleyman Nazif’in şu veciz cümlelerinde saklıdır: “Burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldü; onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar âbidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar rahmet okusunlar.” “Bu bahâdırlık ve fazîlet önünde idrâkin, muhâkemenin, hissin, hayâlin titrediği andan beri, hiçbir şeyi imkânsız göremiyor, hiçbir iddiayı reddedemiyorum. Ölüme karşı, vakarlı bir alın ile gururlu bir göğüsten coşan marş ve tekbirle ilerlediler.”
ÇANAKKALE GEÇİLDİ, HABERİNİZ OLSUN!
O gün orada bütün bu siyasi oyunların ötesinde, kahramanca direnen, savaşan Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Sudanlısı, Yemenlisi, Hindistanlısı, Senegallisi ile İslam milletinin fertlerini rahmet ve minnetle anıyorum
Hangi Türk ordusu.. Osmanlı ordusu, hiçbir zaman sadece Türklerden oluşmadı.. İslam ümmetinin ordusu idi o ve içinde bütün Müslüman unsurlar vardı. Çanakkale savaşında ise işin garib tarafı başımızda bir Alman generali olan Liman Von Sanders vardı.
Savaş, İttihat Terakki cuntasının ihaneti sonucu, Braslav ve Goben gemilerindeki askerlere fes, gemi gönderine Osmanlı bayrağı asarak bizim adımıza Almanların Rusya’ya saldırması ile başladı..
Yani savaşı başlatan taraf biz olmuş olduk. Bir oyunla saldırgan ülke konumuna düşürüldük..
Osmanlı’nın “Türklük ve vatan müdafası” diye bir derdi yoktu. “Cihad-ı fillah oluptur niyyetüm” derlerdi.. Namık Kemal, “Vatan yahud Silistre” kitabını yazınca, “Vatan” dediği için hapse atılmıştı.. 1900’lerin başında Osmanlı’da Türkleşme, İslamlaşma, Muasırlaşma tartışmaları başlamıştı bir yandan.
Bir yandan da Mehmet Akif milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı çıkan şiirler yazıyordu:
“Hani milliyetin İslâm idi... Kavmiyet de ne!
Sımsıkı sarılıp dursaydın a milliyetine.
‘Arnavutluk’ ne demek, var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arabın Türke, Lazın Çerkese yahut Kürd’e;
Acem’in Çinli’ye rüchanı mı varmış? Nerde..
Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i Kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-ı nebi tefrikanın
Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın!..”
Hangi “Türklük davası”. İstiklal Marşı’nın şairi Arnavut ya hu. Tek bir Millet vardı, o da İslam milletiydi. Yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Allah’ın arzından bir parçasını diğer insanlardan koparıp almak ya da kendini bir toprak parçasına hapsetmek.
Arz Allah’ındı. Ve biz O’nun halifesi idik. Ulaşabildiğimiz her yerde O’nun rızasının gereğini yerine getirecektik. Çünki yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Bakmayın daha sonra “Hubbul vatan, minel iman” diye “milliyetçi bir din algısı”nın geliştirilmesine..
Asıl sormak istediğim soru şu: TÜRK ORDUSU TÜRKLERDEN OLUŞMUYORDU DA, İNGİLİZ ORDUSU İNGİLİZLERDEN, FRANSIZ ORDUSU FRANSIZLARDAN MI OLUŞUYORDU?
Mehmet Akif “Çanakkale savaşı”nı anlatırken “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” der.
Oysa Osmanlı aydını da kandırılmıştı, Mısırlı, Hindistanlı, Senagalli Müslümanlar da. İngilizler, Müslümanları Hindistan’dan ayrılmaya kandırıp ikna etmemiş, Pakistan ve Bengaldeş kurulmamıştı o zaman..
Avustralya ve Yeni Zellanda’daki İngilizler sağlam bir plan yapmışlardı.. Hindistan ve Mısır’da Cuma namazından sonra halka beyanname dağıtacaklar ve “Hilafet merkezi Almanlar tarafından işgal edildi. İngiltere halifeyi kurtarmak için seferberlik düzenledi” diye gönüllü toplayacaklardı..
İngiliz gemilerinde gelenler Müslüman gönüllülerdi aslında. Fransızlar da Senagal’de aynı kirli yalanı uydurdular. Oradan gelenler de Senagalli Müslümanlardı. Şimdi Anzak ayinlerinin yapıldığı topraklarda bizi bize kırdırdılar..
Şafak ayinleri kirli ve kanlı bir oyunun üzerine, gerçekleri gizlemek için örtülen “kutsal bir örtü” (!) sadece! Oysa orası bir hilal uğruna nice güneşlerin battığı yerdir.
Orada şafak ayini, değil, gece namazı kılmak gerekir..
Ah İngiliz ah! Hem “halifeyi kurtaracağım” diyeceksin, hem halifeyi Selanik’e Alatini efendinin evine süreceksin. Hindistanlı Müslümanlardan para toplatıp, onu yandaşlarına peşkeş çekeceksin.
O parayla İş Bankası’nı kurduracaksın, Osmanlı Bankası’nda işler çevireceksin.. Lozan’ı tezgahlayacaksın..
Bir yandan Arap düşmanı Türk milliyetçiliği örgütlerken, öte yandan, Türk düşmanı Arap milliyetçiliğini fonlayacaksın..
Kudüs’ü Yahudilere satarak, Müslümanlara yeni bir halife yutturmaya çalışacaksın.. Bir yandan da laik bir Türkiye icad etmek için onları batılılaştıracaksın.. İslam coğrafyasını 40 parçaya böleceksin..
Churchill, “Bir damla kan, bir damla petrol” diyordu da, gerçekten bütün bunlar petrol için mi idi, yoksa Müslümanlara duyulan kin ve nefretten mi kaynaklanıyordu?
3 yıl 2 ayda bir imparatorluk tasfiye edildi, sonunda teslim olduk ya hu! Mondros mütarekesi imzalandı.. 3 cephede birden çöktük, Allahuekber dağlarında, Filistin cephesinde ve sonunda Çanakkale’de..
Sahi şu fethin dışında kutlanan İstanbul’un kurtuluş hikayesi nedir? İngilizler iyi düşünmüşler, bir de yenilen bir millete zafer armağan etmediler mi! Ama isteyen kaybettiği bir savaşın belli cephelerdeki mevzi kazanımları ile övünmeye ve zaferini coşkuyla kutlamaya devam edebilir..
ÖLÜM...O KONUŞUNCA HERŞEY SUSAR!
Çanakkale Cephesi, sanki bir “ölüm değirmeni” gibiydi; haddi hesabı aşacak kadar insanı tüketmesine ve “Türk ordusunun çiçeğini” bitirecek ölçüde koskoca bir “eğitimli genç nesli” yutmasına rağmen doymak bilmiyordu. O kadar ki, cephede meydana gelen boşlukları doldurmak için en yakın çevreden başlayarak 15 yaşın üstündeki eli silah tutan bütün gençlerin dahi Çanakkale’ye sevk edilmeleri alışılmış normal bir hadise haline gelmişti. 1914 yılında çıkan “Geçici Askerî Mükellefiyet Kanunu”na göre askerlikten tecilli tutulan sultanî ve idadî talebelerine, evvela Çanakkale, sonra da diğer cephelerde baş gösteren asker ihtiyacı sebebiyle zamanla silah altına alınma mecburiyeti doğacaktı.
Bu amaçla, Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad, 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) ’de bir irade yayınlayarak, yukarıda sözünü ettiğimiz Askerî Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı. Sultan Reşad’ın iradesinden sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 1314/1896 doğumluların (19 yaşındakilerin) henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315/1897 doğumlulardan (15 yaşındakilerden) harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti. Ekseriyeti 15 ila 19 yaşında olan bu yeni yetme gençlerin, vatanın kendilerinden beklediği yüce vazifeyi ifa etmek azim ve inancıyla cepheye gitmeleri anısına Anadolu’da yakılan meşhur, “Hey Onbeşli Onbeşli” adlı türküde de söz konusu durum çok dramatik bir dille anlatılmıştır. Çoğunun bıyıklarının bile terlemediği bu delikanlılar, kısa bir talimden sonra cepheye uğurlanmış ve “isimsiz kahramanlar” olarak cephenin cehennemî atmosferinde eriyip gitmişlerdi.
II. Meşrutiyet’ten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakkiciler, halkın yanı sıra gençlerin ve çocukların da örgütlenip eğitilmesi ve disiplinize edilmesi için, Almanya ve Avrupa ülkelerini örnek alarak okullarda “Keşşaf” (İzcilik) teşkilatları kurmaya büyük önem vermişlerdi. İzcilik teşkilatları yanında, Avrupa’da görülen “Judendbund” örgütlenmeleri esas alınarak “Genç Derneği”, “Gürbüzler Derneği” gibi kuruluşlar da meydana getirilmişti. Bu dernekler vasıtasıyla, ülkedeki 9-10 yaşından askerlik çağına kadar olan tüm gençler örgütlendirilmiş ve geleceğin askerî güçleri olarak eğitilmişlerdi. Savaş hali zuhur ettiğinde, eğitimini tamamlamış harbe hazır neferler olarak “onbaşı” rütbesiyle askere alınıyorlardı. Bu anlamda, 9 ila 12 yaşları arasındaki “Gürbüzler” olarak teşkilatlanan çocuklar, savaşlarda büyük yararlılıklarda bulunmuşlardır. Teşkilatın kendilerine söylediklerini şevkle yerine getiren bu gençler, daha ziyade hastanelerdeki yaralıların mektuplarını yazmak ve birtakım yardım faaliyetlerine iştirak etmek gibi cephe gerisindeki işlerde kullanılmıştı. Bilhassa da, zaman zaman orduya maddî yardımda bulunmak veya harp gemisi ya da uçak satın almak amacıyla açılan umumî kampanyalara, rozet satarak ve para toplayarak çok aktif mânâda katkı sağlamışlardı.
Çanakkale Savaşı’na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasındaki fedakâr hizmetleriyle destan niteliğinde kahramanlık şaheserleri sergileyerek, “Meçhul Çocuk Askerler” olarak Türk ve Dünya tarihinde emsalsiz bir mazhariyete kavuşmuştur.
“Vatan savunmasında erkekler ve kadınlar kadar çocuklar da çok önemli görevler üstlendi. Millî şuurla hareket eden Türk çocuklarının gösterdiği fedakârlıklar, çektiği çileler ve eziyetler bugün tam olarak bilinmemekte. Anadolu’nun hemen her köşesinde, özellikle işgâl gören yerlerde, çocuklar da destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergiledi. Vatan çocuğu, yeri geldi omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi askerine mermi götürdü.”
Çanakkale Harbi esnasında, cüsselerini fersahlarca aşacak ölçüde devasa hizmetlerde bulunan cefakâr meçhul izci topluluklarından biri de Balıkesir Sultânîsi İzcileri idi. O yıllarda Balıkesir’de yayınlanmış olan “Karesi” gazetesinden öğrendiğimize göre, babaları Balkan Savaşı’nda şehit düşen ve Edirne İdâdîsi’nden Balıkesir Sultânîsi’ne “leylî” (yatılı) olarak nakledilen 25 izci öğrencinin tamamı gönüllü olarak Çanakkale’ye gitmiş ve geri dönemeden şahâdete erişmişlerdi. Hatta, bu yiğit izcileri cepheye uğurlama merasimine, onları yüreklendirip takdir etmek amacıyla iştirak edenler arasında İttihatçıların önde gelenlerinden Talat Paşa ile İsmail Canbulat Bey de yer almıştı. Bu meşhur sîmâların da içinde yer aldığı 25 izci çocuğun Balıkesir Lisesi merdivenlerinde, şanlı Türk bayrağının gölgesinde çektirdikleri hâtıra fotoğrafı, tarihimizi şerefle süsleyen aziz hatıralardan biri olarak kayıt altına alınmıştır.
Vatana Adanmış Meçhul Öğrenciler Ordusu
Balıkesir Lisesi’nden Çanakkale’ye gönüllü olarak gidenler sadece bu 25 izciden ibaret değildi. Gerek Karesi gazetesi gerekse Balıkesir Lisesi kayıtlarından anlaşıldığı üzere, 1914-1916 öğretim döneminde, 8-12. sınıflara kayıtlı bulunanlar ile mezun (100 civarındaki) talebelerin hemen hemen tamamı gönüllü şekilde cepheye intikal etmişti. Bunların çok azı harpten gâzi olarak dönmüş ve okul savaş yıllarından 1917-1918 öğretim dönemine kadar sınırlı sayıda mezun verebilmişti. Karesi gazetesinde yayınlanan, lisedeki muhâcir, kimsesiz ve fakir öğrencilerden askere gidenlere yapılan yardımla şu haber de, Balıkesir Sultânîsi’nin harbe iştirakini ispatlayan çarpıcı kayıtlardandır: “Sultânî mektebinde verilen müsâmereler hâsılatından münâsib mikdârının askere giden muhâcir ve kimsesiz fukarâ talebenin zarûrî ihtiyaçlarının tahvîline medâr olmak üzere tevzîi ve i’tâsı makâm-ı âlî-i mutasarrıfiyyece münâsib görülmüş olduğundan komisyon ma’rifetiyle talebe-i mûmâileyhimden otuz altısına 1930 kuruş verilmiştir.”
Balıkesir’den Çanakkale ve diğer cephelere sevk olunan öğrenciler sadece Balıkesir Lisesi öğrencileri ile sınırlı kalmamış; Balıkesir Erkek Muallim Mektebinden (şimdiki Necdet Bey Öğretmen Okulu) de büyük miktarda öğrenci harbe dâhil olmuştu.
***
GALATASARAY, KONYA VE İZMİR LİSELERİ 1915'TE TEK BİR MEZUN VEREMEDİ
Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, "meçhul çocuk askerler" olarak Türk tarihinde yerini aldı.
Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini UNUTMAYALIM.
"Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa'nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey'in oğlu Hayri, şehit Yolağası'nın oğlu Mehmed Ali gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey'in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.
"Urfa'da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yazdı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!..."
Maraş savunması sırasında kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü'nden 14 yaşındaki Ali ile milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10 yaşındaki Osmaniyeli Niyazi Aykan'ın da tarihe adını altın harflerle yazdırdığını da bilelim.
12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI
Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey'in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, elinde silahı asker kıyafetiyl e çeşitli muharebelere katıldığınıbilmeliyiz.
"Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı'nın bir mensubu olarak tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede 'Kızlı Alay' denmiştir."
Çanakkale destanında bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla Darul Fünun öğrencilerinin ise ayrı bir yeri var. 1915'te Darül Fünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkele'ye koştu. İki tümen hâlinde Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Darul Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi.
Çanakkale zaferi, Türk tarihindeki zaferler içinde en çok kan dökülerek, en çok şehit verilerek kazanılmış zaferlerin başında gelir. Evet Çanakkale zaferini düşmanın üstün silahlarına, çelik kalelerine karşı canımızı, kanımızı ortaya koyarak kazandık. Kendi iç denizimiz Marmara’ya bile güvenemeden, ikmalimizi karadan binbir zorlukla yaparak kazandık. Şehitlerimizle, gazilerimizle ve nice adsız kahramanlarımızla kazandık. Bir kuşağın gürbüz gençliğini orada gömerek kazandık.
Genelkurmay Başkanlığı kayıtlarına göre
Çanakkale Savaşı’ndaki kayıp rakamlarımız. Zayiat Toplamı : 250.000
Bugün her yıl 18 Mart’ı törenlerle, gururla ama bin bir acıyla yüklü olarak kutlarız. Ama Gerçeği ve Doğrusu “Biz orada aslında 500.000 den fazla şehit verdik .
Osmanlı Ordusunun Alman hayalleri uğruna verdiği Toplam Zayiatı:2,5 milyon kadardır.
Birinci Dünya Savaşının diğer cephelerinde olduğu gibi Çanakkale Savaşlarına da kardeşlerimiz Kürtler de katılmış ve şehit olmuştu.
Kürtlerin burada mücadele etmesi gayet mühimdir. Çünkü o dönemde Kürt tebaanın yoğun yaşadığı Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesinde de hem Ermeni Olayları yaşanmakta hem de Doğu Cephesi ismi altında kıran kırana bir savaş yaşanmakta idi. Burada mücadele eden Kürt alayların büyük çoğunluğu Urfa yöresinden gönderilmişlerdi… Bu alaylar Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman 3.Ordu’nun emrine girerek bölgede Rus ve ayrılıkçı Ermenilere karşı müthiş bir mücadele vermişlerdi. Tabii Osmanlı’nın etnik unsurlarının dünya savaşlarında ki kayıplarının sayısını ayrı ayrı bilmek zor hatta imkânsızdır. Sadece katıldıklarını söyleyebiliyoruz ancak Kürtler hakkında bazı tahminler mevcuttur. Dünya Savaşında Kürtlerin kayıplarının toplam sayısını 300.000 olarak tahmin etmektedir.
ÇANAKKALE SAVAŞLARI AYNEN YUNAN İŞGALİ GİBİ BİR PERDELEME SAVAŞIDIR.
Çanakkale Savaşları’nda geleceğin Türkiye’sini kuracak çok sayıda üniversiteli gencin kaybedildiği ifade edilir.
İşgal güçlerinin, İngiliz belgelerine ve Meclis tartışmalarına göre Çanakkale’ye gelişleri, Boğazları kontrol değil, Mısır’ın işgalini perdelemek içindir. Konu ile ilgili döneme ait detaylar aşağıda verilmektedir.
Başlamadan bir hakkın teslim edilmesi gerekmektedir.
“… Mustafa Kemal’in tümeni, iyi bir Türk ve iki zayıf Arap alayından mürekkepti. İngilizlerin taarruzu 25 Nisan (1915) Pazar günü başladı. (1)
-“ I.Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin amacı, Hint yolundaki Mısır’ı almak, petrol yatakları üzerindeki Irak’la Mısır arasında bulunan Arabistan’ı almak, Anadolu’da da, Osmanlı’dan ayrılmış yeni bir Türk Devleti kurmaktı. Bu sahalardaki askeri hazırlıkları tamamlayabilmek için, Osmanlı ordusunu güney bölgelerinden uzakta oyalamak istiyordu.
Bu hareketle, aynı zamanda, Rusların doğudaki yükü hafifleyecek, Rusya, bütün gücünü batı cephesine sevk edecekti. Bu yer Çanakkale idi.
İngilizlerin endişesi, Ruslarınkinden büyüktü. Bütün düşünceleri Mısır Üzerine Türklerin yürüyüşlerine mâni olmaktı.
Bunun için buldukları çare, Boğazlar’a saldırmak ve Osmanlı’yı meşgul etmekti.
Binaenaleyh, Çanakkale’yi zorlama projesi menşe itibari ile İngiliz projesidir.
“İngilizlerin Çanakkale’yi zorlama fikrini ilk düşünen ve mevki-i tatbike koyan. Bahriye Nâzırı Churchill olmuştur. Churchill’e göre, daha Türkiye’nin harbe girdiği andan itibaren Mısır tehdit edilmiş oluyordu.’
Çanakkale savaşı, düşman ordusunu cephenin uzağında bir yerde oyalama savaşı idi. Bu nedenle Çanakkale savaşı İngiltere’de görüş ayrılığına yol açtı.
Çanakkale’ye hücum fikri İngiliz kabinesinde müzakere edilince bahriyeliler aleyhte rey verdiler. Bu işi donanmanın tek başına yapamayacağını, Askerlerin de görev alması gerektiğini dile getirdiler.
Fakat Harbiye Nâzırı Lord Kitchener,
-“Çanakkale için ayıracak askerim yoktur Hepsi Garp cephesinde dövüşecekler Buraya asker yetiştiremiyorum. Binaenaleyh bu işi ya donanma ile yapmalıdır Veya büsbütün vazgeçmelidir,”cevabını verdi.
Ruslar Almanlara karşı harp ile meşgul iken Kafkasya’da Türklerin tehdidine maruz kalmışlardı. Bu tehdide göğüs germeleri için Alman cephesindeki kuvvetlerden mühim bir kısmını Kafkasya’ya nakletmeleri lazımdı. Buna mahal kalmaması için Rus hükümeti, İngiltere ve Fransa’nın müştereken Türklere karşı bir harekette bulunmasını rica etti.
Churchill de derhal bu hareketin Çanakkale üzerine olmasını teklif etti. Fikrini kabul ettirmek için Çanakkale seferinden elde edilebilecek faydaları şu şekilde tebarüz ettirdi:
1-Türkler, kuvvetlerini Çanakkale’ye yığarak, Mısır üzerine yürümekten vazgeçeceklerdir.
2. Kafkasya’da Ruslara karşı büyük bir hareket yapamayacaklar ve dolayıyla Ruslar bütün kuvvetleri ile Alman cephesinde harp etmeye imkân bulabileceklerdir.
“İngiliz bahriyesinde kök salan bir kanaate göre, gemilerin karalara taarruzundan çok şey beklenemez. Bu kanaat, asırların tecrübesinin mahsulü idi. Meşhur amiral Lord Nelson bu kanaati şu cümle ile formülleştirmişti:
-“İstihkâma taarruz eden gemici delidir.” İngiltere imparatorluğu Millî Müdafaa Meclisi, 1908’de Boğazlar’ın yalnız bahrî kuvvetlerle zorlanamayacağını teyit etmişti.’
1807’deki deney bunu doğrulamıştı, İngiliz donanması, Duckworth kumandası altında Boğaz’ı geçmeye muvaffak olduğu ve hatta İstanbul’a kadar geldiği halde, kara kuvvetine dayanamadığı için geri dönmek mecburiyetinde kalmıştı.
İngiltere, göz bebeği gibi sakındığı donanmasını, neticesi bilinmeyen bir teşebbüse feda etmek istemiyordu.
Churchill, 3 Kânunusani 1915’te şöyle çözüm buluyor: Çanakkale’yi modern zırhlılarla değil, 1908’den evvel inşa edilmiş eski tip zırhlılar ile zorlamak mümkündür.
Churchill bu işin üzerine o kadar düştü ki, nihayet Çanakkale Savaşı’nın yalnız donanma ile yapılmasına karar verildi. 19 15’te büyük bir İngiliz filosu Fransız filosunun da iltihakı ile Çanakkale’ye geldi.
Petrograd’daki İngiltere Elçisi’nin, Rus Hariciye Nâzırı Sazonov’a muhtırası:
“Kraliyet hükümeti, yalnızca ortaklaşa bir işin yararı uğruna Çanakkale Savaşı’na girmiştir
İngiltere, bu harekâttan kendisi için doğrudan doğruya bir çıkar sağlamak kaygısında değildir, orada yerleşmek niyeti de yoktur…”
“…İngilizler, asıl olarak Osmanlı kuvvetlerinin Kanal’dan ve Kafkasya’dan çekilip, bütün gücünü Çanakkale’de toplaması ve İngiltere’nin en çok önem verdiği Süveyş Cephesi’nin rahatlaması amacıyla Çanakkale Savaşı’nı başlattı. İngiltere Elçisi de, “Saldırı kuvvetlerini zayıflatmak” için Çanakkale’de savaşı göze aldık demektedir.
Çanakkale’deki bu fedakârlıklar, tarafsız Balkan hükümetlerini müttefikler lehine çekmek için yapılmaktadır.
Çanakkale savaşına yalnız donanmanın katılması, bu savaşın bir oyalama savaşı olduğunun açık delilidir. Kara askeri olmadan, Osmanlı başkentine kadar olan güzergâhın, karadan ve denizden işgal edilmesi olanaksızdı.
Mart 1915’ten Ocak 1916’ya kadar, sömürgelerinden getirdikleri erlerle yaptıkları muharebeler sonunda, İngilizler ve Fransızlar aniden çekilme kararı alıyor ve Çanakkale Savaşı sona eriyor.
Savaş sonunda, Osmanlı’nın seferi gücünün yanında, üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğu şehit oluyordu.
Çanakkale harekâtı başladığı sırada Ruslar, Anadolu’nun kuzeydoğusunda taarruz hareketlerine girişerek 15 Şubat’ta Erzurum’u, Nisan’da da Batum ve Trabzon’u işgal ettikten başka, tahrik ettikleri Ermenilerin yardımıyla Van’a kadar ilerlemeye muvaffak oldular.
Büyük resme bakmadan, Birinci Dünya savaşını, nedenleri ve sonuçları ile doğru olarak anlamak pek mümkün değildir. Bu amaçla aşağıda, Sultan 2. Abdülhamid Han’ın İttihatçı liderlere yaptığı konuşmadan bir bölüm verilmektedir.
Sultan 2. Abdülhamid, İngiliz ve Siyonist işbirliği ile, ittihatçılar kullanılarak, 1909 yılında yaklaşık (31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909) 33 yıllık bir hükümdarlık sonunda tahtından indirilir. Ancak, Deha seviyesindeki akıllı hükümdarı, dönemin en sancılı sürecinde tahtından indirmekle yaptıkları büyük hatayı, Osmanlıyı parçalamak için kullanıldıklarını geçte olsa farkeder ve Sultan’a çözüm için (onu tahtından indiren ittihatçı liderler) akıl almaya giderler.
Sultanın konuşmasından bir bölümü İttihatçı LiderlerdenTalat Paşa’dan dinliyoruz;
-“Benden sonra bambaşka bir siyaset takip edilmiştir. Bosna-Hersek, Avusturya-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış,Osmanlı-Avusturya meselesi yapılmıştır.
-Girit, İngiltere-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış, Osmanlı-Yunan meselesi haline getirilmiştir.
-Asla affedilmez gaflet olarak Bulgar-Yunan kiliseleri arasındaki ihtilafı elinizle hallettiniz ve Balkan Ittifakı’na yol açtınız.…
-Mebusan Meclisi’nin karar hakkını, Türk ve Müslüman’dan gayrıların birleşmesine imkân verecek tehlikeli neticeye sahne kıldınız.
-Bütün bu hatalarla devletin istinat ettiği siyasi denge, mihver-i mecrasından çıkmış oldu…
-Eğer Balkan Harbi olmasaydı. Cihan Harbi çıkar mıydı?”
-“Bu harbi denizlerde hakim olan kazanır. Almanların doğal kaynakları sınırlıdır. Biz geniş hudutları müdafaada müşkülat çekeriz, çünkü bütün silah ve malzemelerimizi hariçten alırız.
-“1293 (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbini ilk cephede idare eden Gazi Osman ve Gazi Muhtar Paşa’lardan dinlemişimdir. Eğer harp sahası bu kadar geniş olmasa idi, düşman hiçbir zaman İstanbul önlerine gelemezdi”, demişlerdir.
-Eğer bu harbe girmek zaruret oldu ise, hiç değilse dar cephelerde muharebe etmek ve uzak yerleri de mahalli halkın ekseriyeti teşkil ettiği kuvvetlerle müdafaa etmek tarzını tercih etmek şarttı…
-Fakat görülüyor ki bunu da temin ve tatbik etmek mümkün olmamıştır…
-Bunları, evvelinden derpiş etmiş olduğunuzu kabul etmek lazım. Aksi ise, neticeler öne yığıldığı zaman fikir sormanın ne manası var?”
Talat Paşa, bu nazik haşlama önünde susmuş, verecek cevap bulamamış.
-“Tatbik edilen kararlardan evvel hatırlansaydım, uzun tecrübelerim mahsulü belki söyleyeceklerim olurdu. Fakat şimdi hadiseler iyi kötü neticelerini vermek üzere… Allah mülk ü milletin hayrına olan himmetleri müzdad buyursun… “
“Ve ayağa kalkmış, kısa veda selamını vererek salonu terk etmiş.
İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük.”
Bu noktada bir not düşmemiz gerekmektedir.
Japonlar ikinci dünya savaşında “ezilme” derecesinde yenilirler. Savaşan ordularını ve savaş araçlarını kaybetmelerine rağmen anlaşma masasına otururken ileri sürdükleri şart, Olmazsa olmazları, “Japon İmparatoru yerinde kalacaktır!”
Ve bu şart ne hikmetse galip devletlerce de kabul edilir.
Japonya halen bir İmparator başkanlığında, “Parlamenter demokrasi altında anayasal monarşi” ile yönetilmektedir. İngiltere, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda vb gelişmiş diğer ülkelerde olduğu gibi…
Peki, neden?
İttihatçı Talat Paşa yukarıda ne demiştir?
-“İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük!”
Hadi bir soru daha yöneltelim; Ülkeyi işgal eden devletler, “Kurtuluş Savaşı’nda bize neden silah ve para verdiler?
ÇANAKKALE BİR ZAFERSE...HERSENE KUTLADIĞIMIZ BU ZAFER ETKİNLİKLERİNDE MÜTTEFİKİMİZ ALMANLAR NEDEN YER ALMAZLAR? ANZAKLAR DAHİ İŞTİRAK EDERLERDE BU ETKİNLİKLERE...ÖYLE YA, ÇANAKKALE'NİN BAŞ KOMUTANI AMİRAL LİMAN VON SANDERS DEĞİL MİYDİ?
Otto Liman Von Sanders 1915’te, Çanakkale Savaşlarında Osmanlı kuvvetlerini yöneten Alman Deniz generali(amiral). Çanakkale'yi savunan Osmanlı 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders Osmanlı Devleti'ndeki Alman Danışma Kurulu Başkanıydı. .
.. Bakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı makamlarından sonra, cephe içerisindeki en yetkli komutandı. Bu yönden bakıldığında Çanakkale Savaşında Başkomutandı.. Miralay (Alay komutanı, albay) Mustafa Kemal ise O'nun emrine bağlı albaylardan sadece biriydi ve 19. ihtiyat (yedek) tümen komutanıydı. Liman paşa, Esad paşa ve Enver paşa ile sıkı bir iletişim halinde Çanakkale'de ki savaşlarımızı yönetmiştir.
O tarihlerde Osmanlı ordusu ve donanması içerisinde 40.000 e yakın Alman subayının görev aldığı bilinmektedir. Almanlarla bu derece içli dışlı olmamız ve 1. Dünya savaşında yanlış bir kararla Almanlarla müttefik olup, tamamen onların menfaatine uygun olarak savaşmamız, Talat, Enver ve Cemal paşa üçlüsünün gafleti yada ihanetidir. Otto Liman Von Sanders: 17 Şubat 1855 senesinde Pomeranya’da, Stolp şehrinde dünyâya geldi. 1913 senesinde Kasel’deki 22’nci Piyade Alayında Orgeneral iken Balkan Savaşlarında yıpranan Osmanlı ordularını ıslah etmek için Türkiye’ye gönderildi. Rusya, Osmanlı kuvvetlerine bir Alman generalinin gönderilmesini şiddetle protesto etti. Liman, askerî yönetimde yaptığı reformlar yüzünden Enver Paşa ile anlaşamadı.
1 Mart 1918’de Suriye ve Filistin’deki Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci ordulardan meydana gelen Yıldırım Orduları grubunun başına getirilerek, İngilizlerin daha fazla ilerlemesini durdurdu. Ancak İngiliz generali Edmund Allenby, başarı göstererek bu cepheyi çökertti (Eylül 1918). Liman, Birinci Dünyâ Savaşı sona erip Mondros Mütârekesi imzâlanınca Almanya’ya döndü ve 22 Ağustos 1929 senesinde öldü. İngiliz Generali Hamilton, Liman’ın Gelibolu’daki başarısını Hâtırât’nda övmüştür.Türkiyede Beş Sene (Fünf Jahre in Türkei) ve Silahlanmış Millet adlı iki eseri vardır.
***
PARANTEZ ARASI...
Lehman ailesi Almanya’nın Bavyera eyaletine mensup Alman yahudisi olan geniş bir ailedir. Lehman Brothers Inc. merkezi ABD'nin New York kentinde bulunan bir ABD'li yatırım bankasıdır. Ağırlıklı olarak sabit faizli hisse senetleri ile çalışmaktadır. 2004 yılı itibarıyla dünya çapında yaklaşık 20.000 çalışanı vardır. Alman Yahudi asıllı bir aileden gelen Emmanuel, Mayer ve Henry Lehman kardeşler 1850 yılında yaşamış bulundukları Almanya'nın Bavyera eyaletindeki Rimpar kasabasından yola çıkarak ilk olarak Amerika'nın Montgomery, ardından Alabama'ya geldiler. Orada Lehman Brothers adını verdikleri firmayı kurdular. O dönemlerde Amerika'da iç savaş çıkınca da firmayı New York şehrine taşıyarak çalışmalarını sürdürdüler. Lehman kardeşlerin asıl soyadının Lehmann olduğu bilinmektedir.
Pamuk ticaretinden büyük paralar kazanan Lehman Brothers, Batı Afrikalı köle satın almak isteyen Güneyli plantasyon sahiplerine kredi veriyordu. Şirket, kısa sürede ülkenin en büyük firmalarından biri oldu. Lehman Ailesi’nin yönetimdeki kontrolü, şirketin 1969’da American Express ile birleşmesiyle sona erdi. 1977 yılında firmanın mirasçıları Kuhn, Loeb & Co. şirketi ile birleşince firma adını Lehman Brothers Kuhn Loeb & Co. olarak değiştirdi. 1984 yılında firma American Express tarafından satın alındı. 1988 yılında Shearson ve E.F. Hutton & Co. şirketleriyle birleştirildi. 1993 yılında American Express, bu şirketi tekrar Travelers Group'a sattı. 1994 yılında Travelers Group ile ayrılan Lehman Brothers, kendi başına bir şirket olarak Amerikan borsasına girdi. 2000'li yılların sonunda Lehman Brothers borsada başarılı bir çıkış yaparak piyasalarda yerini sağlamlaştırdı. Mayıs 2007'de Lehman Brothers, Amerika'nın ikinci büyük borsacısı ve en büyük emlak yatırımcısı Tishman Speyer ile anlaşarak 22 milyar dolarlık servet elde etti.
Lehman Brothers’ın kurucuları, Çanakkale Savaşı sırasında Osmanlı birliklerine komuta eden Alman general Otto Liman von Sanders ile akrabaydılar. Liman Sanders’in Lehman ailesiyle akrabalığını Amerikalı araştırmacı Martin Sieff’in kaleme aldığı “The Politically Incorrect Guide to the Middle East" adlı kitapta yer alıyordu. Kitabın 19’uncu sayfasında, "Mustafa Kemal, Amerikan Lehman Brothers şirketine sahip aile ile uzaktan akrabalığı bulunan, Yahudi kökenli, parlak bir Alman generali olan Otto Liman von Sanders’e danışıyordu" ifadesi kullanılıyor. Yazar Martin Sieff, bu iddiayla ilgili referans göstermese de, Lehman Brothers’ı kuran aile ile Prusyalı olan Otto Liman Von Sanders’in soylarının kesişmesi mümkün görünüyor.
Siegmund Kaznelson’un 1959 yılında kaleme aldığı Alman Kültüründe Yahudiler isimli kitabında ailenin geçmişini şöyle tanımlamaktadır; Otto Liman Von Sanders’in babası Yahudi asıllı Prusyalı bir asilzade ve toprak sahibiydi. Aile daha sonra hristiyan olmuş yahudi dönmesi bir ailedir. Soyadını karısından alan Liman Sanders’in ismi de, Lehman’ın telaffuzunu andırmaktadır.
Otto Liman Von Sanders Çanakkale ve Gelibolu cephesinin Birinci Ordu Komutanıydı ve aslında siyonistti. I. Dünya Savaşı'nda Gelibolu Yarımadasında 3. Kolordu ve Arıburnu Kuzey Grubu Komutanlığına atandı. 7 Nisan 1915’te Mareşal Liman Von Sanders’in komutasında 5. Ordu karargahı Gelibolu’da olmak üzere, emrinde 3. Kolordu (7. Tümen, 9. Tümen, 19. Tümen, Gelibolu Jandarma Taburu, Bursa Jandarma Taburu), 5. Tümen, 11. Tümen ve 15. Kolordu olmak üzere teşkilatlanmıştır.
Tarihçilerimizde günümüzde sabetayizmin artık güç kaybettiğini söylemekte ittifak etmişler. Ben ise tarihten bu yana ve hala daha güçlü olduklarını iddia ediyorum.
İSRAİL ORDUSU ÇANAKKALE’DE KURULDU
Çanakkale’yi geçmek isteyenlerin amacının İstanbul’u Müslümanlardan geri almak olduğundan şüphe yok. ‘Çanakkale geçilmedi’ ama İstanbul işgal edildi öyle mi?
Bir başka ilginçlik ise İstanbul’un kurtuluşunun hiç kutlanmamış olması.
İngilizler İstanbul’u işgal etmediler mi? Ettiler. Peki, İstanbul’a nasıl ulaştılar ve biz İstanbul’u İngilizlerden nasıl geri aldık? Savaşmadan aldığımıza göre neyin karşılığında?
Bu kısmını burada bırakalım. Siyonistlerin Çanakkale Savaşında Osmanlıya karşı savaştığını, üzerinden bir asır geçmesine rağmen Mavi Marmara hadisesinden sonra, Murat Bardakçı’nın kaleme aldığı yazıdan öğrenmiştim.
Bardakçı’nın “Siyonistlerle ilk çatışmamız Çanakkale'de oldu” başlıklı yazısında, Siyonistlerin Çanakkale Savaşı ile ilişkisini ve de İsrail’in kuruluşu ile bu savaşın nasıl bir ilişkisi olduğuna anlatıyordu.
Sion Katır Birliği Komutanı’nın “Çanakkale Savaşı’nda Siyonistler” adlı eserinin kapağında, Çanakkale Savaşı’nda hatıra fotoğrafı olarak çekilen ve ellerinde bugünkü İsrail’in bayrağı olan askerlere ait bir resim yer alıyor.
“Çanakkale Savaşı’nda Siyonistler” eseri, İrlandalı Yarbay J. H. Patterson’un hatıralarından oluşuyor. Yarbay Patterson, Gelibolu Harekâtında Zion Mule Corps (ZMC) / Sion Katır Birliği Komutanı olarak görev yapmış bir subay.
Patterson, bir Yahudi ve Siyonist değil ancak Müslümanlardan nefret eden, İstanbul’un geri alınması gerektiğine inanan Yahudilere hayran bir kişi.
Hatırat, Gelibolu Harekâtı’nda Zion Mule Corps (ZMC / Sion Katır Birliği) komutanı olarak görev yapan İrlandalı Yarbay J. H. Patterson’un o dönemle ilgili anıları…
Habertürk Gazetesi yazarı tarihçi Murat Bardakçı; “Tarih boyunca -Yahudilerle aramızda- hiçbir mesele çıkmadığından bahsediliyor.
Oysa Yahudiler, 2 bin sene aradan sonra ilk savaşlarını Çanakkale'de bize karşı yaptılar. Yahudi dünyası ile aramızda tarih boyunca hiçbir silâhlı karşılaşma olmadığını yazıp söyleyenlere hatırlatmak istedim...” dediği yazısına şöyle devam ediyordu:
“Biz Yahudiler ile ilk defa geçen hafta değil, bundan 95 sene önce karşı karşıya gelmiş, hatta savaşmıştık! Hem de nerede? Çanakkale Cephesi’nde...
SİYON KATIR BÖLÜĞÜ
Mehmetçik kan ve ateş içerisinde vatanını savunurken, karşısındaki müttefik güçler arasında tuhaf bir birlik de vardı: Siyon Katır Bölüğü!
Bölüklerin kuruculuğunu Joseph Trumpeldor ve Ze’ev Jabotinsky adında iki Rus Yahudi’si yaptı. Filistin’e gitmiş, Cemal Paşa tarafından kovulunca Mısır’a geçmişler ve hızlı birer Siyonist olmuşlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine İngilizler’e, bir Yahudi askerî birliği teşkil edip, birliğin Türkler’e karşı savaşmasını teklif ettiler. Teklifleri önce geri çevrildi, sonra kabul edildi. 1915 Mart’ında kurulan ve Yarbay John Patterson’un kumandasına verilen birlik, 17 Nisan’da gemilerle Çanakkale’ye gönderildi.
İngilizler, Siyon Katır Bölüğü’nü 1916 Mayıs’ının sonunda Çanakkale’den Filistin’e gönderip General Allenby’nin emrine verdiler. Birliğin adı “Yahudi Lejyonu” oldu, dünyanın dört bir tarafından Yahudi gönüllüler topladı ve Allenby’nin yine bize karşı başlattığı harekâta katıldılar.
Çanakkale’deki Yahudi Katır Bölüğü, talihin garip bir cilvesiydi. Yahudiler, Roma ordularının Milâttan Sonra 70’te Kudüs’ü yerle bir etmeleri üzerine, bir orduya sahip olamamışlardı. Çanakkale’ye gönderilen birlik, askerlerinin sayısının az olmasına rağmen, aradan geçen yaklaşık 2 bin sene boyunca kurulan ilk Yahudi ordusu idi ve Yahudiler, 2 bin sene aradan sonra ilk savaşlarını bize karşı yapıyorlardı.”
Bardakçı’nın yazısında yer alan bilgilerin tümü gerçek ve daha fazlası; dünya ordularını yakından tanıyan, Güney Afrika’daki Boer Savaşı’ndan Çanakkale Savaşı’na kadar çok sayıda savaşa katılmış olan, savaşı bir zevk ve romantizm olarak görebilecek kadar gözü dönmüş bir yarbay olan Patterson’ın kitabında yer alıyor.
İstanbul’un düşürülmesini ‘tarihin akışını yeniden değiştirecek destansı bir olay’ olarak düşleyen ve işgalin bu yüzden yapıldığını belirten yazar, 1947’de ölür. Kendisinden altı hafta sonra ölen karısı ile birlikte yakılır ve külleri Filistin topraklarına serpilir.
* * *
Çanakkale Savaşı’na katılan “Siyonistler” ise, bugünkü İsrail Ordusu’nun temelini oluştururlar. Cephede Osmanlı’ya karşı savaşan “Siyon Katır Bölüğü” askerlerinin arasında ilginç isimlere rastlıyoruz. Bunlardan biri, İsrail’in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion, 1967’deki 6 Gün Savaşı sırasında İsrail Başbakanı olan Levy Eskhol, yine İsrail Cumhurbaşkanlarından Yitzhak Ben Zvi de vardır.
Korkaklıklarıyla da ünlü Siyonist Yahudilerin, Çanakkale’de korkuyu yendiklerini düşünmemek imkânsızlaşıyor.
Korkuyu yenen ve Filistin’i ele geçirme özgüvenine erişen Siyonistlerin, Çanakkale Savaşı’nda örgütlenmesini sağlayan Ze’ev Jabotinsky bu gerçeği; “Savaşmak açısından Gelibolu’ya gidiş, Siyonizm’e yepyeni ufuklar açmıştır” şeklinde itiraf ettiğini görmekteyiz.
Yine Ze’ev Jabotinsky’in bir başka itirafı da, Mete Tuncoku’nun Türk Tarih Kurumu’ndan çıkan “Çanakkale 1915 Buzdağının Altı” kitabında şu şekilde yer alır: “Eğer biz 2 Kasım 1917’de Balfour Bildirisi ile Filistin’de yurt edinme sözü aldıksa, buna ulaşan yol Gelibolu’dan geçmiştir.”
Son iki yüzyılın siyaset tarihi gözden geçirildiğinde görülecektir ki, Mısır’dan Trabzon’a uzanan hinterlantta ‘Büyük Siyonist İmparatorluğu’ kurmanın adımlarının ilmek ilmek dokunduğunu görürüz. Bugün, Uzungöl’de dağları santim santim dolaşanların bu amacın oyuncuları olduğunu, küresel ve yerel ölçekte tohumları ele geçirerek, yaşamımızı da ele geçirme gayretlerinin buna matuf bir girişim olduğunu göz ardı etmemek gerek.
Bugün dünyanın en büyük servetine sahip aile imparatorluğunu kuran büyükbaba ‘Mayer Amschel Rothschild’in, Osmanlı’nın dağılmasıyla, Filistin topraklarının en verimli yerlerinin Siyonist Yahudilerin eline geçmesini sağlamak için 2 milyon Sterlinlik bir fon tahsis ettiğini, bugün olduğu üzere kontrolü altındaki İngiliz Hükümeti’ne baskı uygulayarak, Balfour Deklerasyonu'nu yayınlattığını, bununla da yetinmeyip Hitleri finanse ederek, zehirli gaz sağlandığını ve bu sayede Filistin topraklarına gitmek istemeyen fakir ve gariban Yahudilerin katledilmesinin teşvik edildiğini de hatırdan çıkarmamak gerekiyor.
Osmanlı’nın hiçbir savaşını övmeyen resmi tarih kitaplarımızın, Mustafa Kemal’in de katıldığı -destansı- Çanakkale Savaşı’nı övmesi anlaşılabilir bir şey. Fakat Afrikalı Müslümanlardan Avustralyalı Anzaklar’a kadar bu savaşa katılan herkesi tek tek zikreden, hatta aralıksız bir şekilde ‘Arapları arkamızdan vurdular’ tezini işleyen resmi tarih kitaplarının Siyonistlerden tek kelimeyle bile olsa bahsetmemesi basit bir hata olmaz. Bu resmi tarih söyleminde rejim kadar bazı çevrelerinde ne kadar etkin olduğunun en açık göstergesi…
Bu durum hem yüzyıllar boyu besleyip sonra da gözünü oydurmak, hem de bir toplumun bilinçaltını yönetmenin en iyi örneği bu olmalı.
Bunlar ve daha fazlası, yakın tarih hatıraları ve araştırma eserlerinde okunmayı bekliyor. Bilmenin yolunun okumaktan geçtiği malum. Lakin bilmek yetmiyor, önlem almak da gerek... Her bireyin kendi başına alabilecek önlemleri var. Mesela, bunlara ait ürünleri tüketmemek bile önemli önlemlerden biri.
***
Modern İsrail Ordusu'nun temeli kabul edilen birliğin komutanının gözüyle bir döneme şahitlik eden hatıra, Çanakkale Savaşı'nın farklı bir yönünü ortaya çıkarıyor. Özellikle Seddülbahir cephesiyle ilgili savaşın dehşetine dair çok çarpıcı tespitler yapan Patterson'un, komuta ettiği askerlerden "Siyonistler" olarak bahsetmesi, Çanakkale Savaşı'na katılan birliğinin asıl davasının ne olduğunu açıkça belirtiyor.
ZMC, Mart 1915 sonunda Gelibolu Cephesi'ne gitmek üzere İskenderiye'den ayrılırken yapılan törende, Başhaham La Pergola Komutan Yarbay Patterson'u Yahudilerin çıkış efsanesini yeniden yaşatacak, İsrailoğulları'nı Mısır'dan Filistin'e ulaştıracak II. Musa olarak ilan etmişti!
Patterson, Gelibolu'dan sonra Filistin'de de İngiliz ordusundaki Yahudi birliklerini yönetmişti. Bu birliklerin içerisinde ileride İsrail'in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion, 1967'de Araplarla yapılan 6 Gün Savaşı sırasında İsrail Başbakanı olan Levy Eskhol, yine İsrail Cumhurbaşkanlarından Yitzhak Ben Zvi de görev almıştır. Yine bu birliklerdeki birçok Yahudi asker, İngiliz mandası döneminde Araplara ve İngiliz yönetimine karşı çarpışan Haganah adlı paramiliter örgütün çekirdeğini oluşturmuştur.
Dönemin Siyonist liderlerinin çoğu ile tanışıklığı olan Patterson'un, en yakın dostlarından birisi de şimdiki İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun babası Cornell Üniversitesi Tarih Profesörlerinden Ben Zion Netanyahu idi...
***
Herzl ve arkadaşları, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurmak için kolları sıvadıklarında, karşılarında çözülmesi gereken en önemli problem, Filistin'in Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunuyor olmasıydı. Kutsal Topraklar, Osmanlı'dan "kurtarılmadıkça" bir Yahudi Devleti kurulamazdı. Bunun için Herzl, bilindiği gibi Osmanlı Sultanı Abdülhamid'le defalarca görüştü ve Kutsal Topraklar'ın Yahudilere bırakılmasını istedi. Bunun karşılığında, başta Rothschild olmak üzere kendisini destekleyen Avrupalı Yahudi finansörlerin yardımıyla, Osmanlı'nın ekonomik açmazını düzeltmeyi vaad etti. Herzl'in anılarında da belirttiğine göre, Abdülhamid tüm bunları reddetti ve Herzl'i son derece sert bir cevapla tersledi. Abdülhamid'in verdiği bu tutarlı cevap, bir anda verilmiş bir karara dayanmıyordu. Osmanlı Sultanı, uzun bir süredir Siyonist hareketi izliyordu ve hareketin Devlet-i Ali için taşıdığı tehlikenin farkındaydı.
Basel'de toplanan 1. Dünya Siyonist Kongresine ise gözlemci olarak Ahmet Tevfik Paşa yollanmıştı. Ahmet Tevfik Paşa Bab-ı Ali'ye yolladığı raporunda Yahudilerin Filistin'de büyük bir devlet kurmayı tasarladıklarını yazmıştı. Filistin'e yerleşen Siyonistlerin yayılma ve genişleme siyaseti güdeceğine, Hariciye Nezaretinin dikkatini çeken Ahmet Tevfik Paşa Kongre'deki Yahudi konuşmacıların sözlerinde temkinli olduklarını, Yahudi milletinin hayati meselelerinden bahsederek ana amaçlarını gizlediklerini kaydediyordu.
Ama Abdülhamid'in izlediği bu temkinli politikaya rağmen, Herzl'in başını çektiği Siyonist hareket kendisine İstanbul'da ilginç destekler buldu. Osmanlı başkenti "crypto jewish" dönme yahudilerle doluydu. Cavit Bey, Nuri Bey gibi saray görevlileri Herzl için lobi yaptılar. Herzl'e destek olan Abdülhamid'in sekreteri İzzet Bey ise masondu hemde sabetayistti. İzzet Bey aynı zamanda Herzl'den rüşvet de almıştı. İşte Sultan Abdülhamitide Selanikten gelen hareket ordusu tahttan indirmişti. Bu ordunun başını çekenler kuşkusuz mason ve sabetayisttiler. Bundan sonraki süreçte Siyonistlerle İttihat Terakki üyeleri masaya oturdular. İttihat Terakkinin siyonistlerle olan bundan sonraki ilişkisini inceleyelim.
Çanakkale olmasaydı, bolşevik ihtilali olmazdı. Bolşevik ihtilal olmasaydı, çarlık Rusyası devam etseydi, Sovyetlerin Komünizmi terk etmesiyle elde dilen Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlığı olmazdı. Dolayısyla Çanakkale Zaferi 70 yıl sonra bile Türkler için müspet neticeler vermeye devam ediyor.
Çanakkale cephesindeki direniş, İngilizlerin boğazlardan Rusya'ya yardım götürmesinin önünü kesti. Böylece lojistik ve silah desteği kesilen kısa bir süre sonra savaştan çekilmek zorunda kaldı. Devrimin oluşabilmesi için en önemli nedenlerden birisi de Rusyanın savaşta yenilerek çarın devrilmesiydi. Çanakkaledeki direniş Rusların ingilizler ile bağını koparınca rusya savaştan çekildi.
Bolşevikler, Osmanlıya karşı savaşan rus çarına karşı müslümanlar ile ittifak oldular. Bu ittifakın en önemlilerinden biriside İttihatçıların kurduğu Yeşil Ordu Cemiyetidir. Bu cemiyet Rus çarının devrilip Komünist devrimin oluşabilmesi için destek verdiler. Böylece çar devrilecek Rusya’da Osmanlı topraklarından geri çekilecekti.
***
Osmanlı hükümeti, Yahudiler'in Filistin'de oradan oraya göçmesine, seyahat etmesine, Arap çapulculara karşı kendilerini savunacak güvenlik birimleri oluşturmalarına izin vermiyordu. Bunun üzerine, bazıları, gizliden gizliye silah edinmeye ve İngilizler lehine casusluk yapmaya başladı. Aaron Aaronson adlı bir Yahudi'nin yönetiminde kurulan NILI adlı istihbarat örgütü hiç durmadan İngilizler'e bilgi kaçırıyordu. Fakat, Osmanlı yöneticilerinin bu duruma karşı takındığı tavır da sert oldu; bir çok Yahudi yakalandı, veya Mısır'a göçe zorlandı.
Çünkü, artık Osmanlı, bütün Yahudiler'e casus muamelesi yapmaya başlamıştı. Telaviv Yahudiler'den arındırıldı. İngilizler de bu Yahudiler için Mısır'da çadır kamplar oluşturdular. Özellikle ABD bandıralı USS. Tennessee gibi içinde orkestra bulunan gemiler, bu Yahudileri İskenderiye'ye taşıyordu. 1914 yılının Aralık ayında, İskenderiye'de dörtte üçü Rus Yahudisi olan yaklaşık 11.000 göçmen toplanmıştı. Bunlardan Mısır Yahudi Topluluğu ve İngiliz askeri yetkilileri tarafından korunup kollanan 1200 tanesi, Mısır İçişleri Bakanlığı Mülteciler Masası Şefi Mr. Hornblower tarafından Gabbari ve Mafruza kamplarına yerleştirilmişti. Bu mülteciler, kendilerine verilen bir kimlik kartı sayesinde, günde üç öğün yemek yiyebiliyorlar ve kamp içinde çalışabiliyorlardı. 3 Mart 1915 akşamı, 8 kişilik bir Yahudi komitesi, Gabbari kampında, bir akaryakıt firmasının temsilcisi olan Mordehay Margolin'in odasında toplandı. Bu Yahudi mültecilerin durumu görülmeye başlandı.
***
Zion Katır Birliklerininde komutanı İngiliz general Alexander Godley siyonist askerlere şu sözleri tekrarlıyordu; Tanrının seçilmiş evlatları vaad edilen topraklarımıza dönüşümüz yakındır."
Jabotinsky ve Joseph Trumpeldor , o sıralarda Siyonist liderler yahudileri Filistinde bir devlet kurmak için örgütlüyorlardı. Revizyonist siyonist Zeev Jabotinsky İsrail devletinin kurulmasını Osmanlı devleti’nin parçalanmasına bağlamaktadır. Bu yüzden Yahudi birliklerini İngiliz birliklerine kaydırmak istedi. Bu birlik, 2000 yıldan bu yana, Yahudi tarihinin "bir savaşa katılan ilk askeri birliği" olma şöhretini kazanacaktı. Zeev Vladimir Jabotinsky, İsrail Devleti'nin kurulmasında önemli bir rol oynayan militan Siyonist Revizyonist hareketin kurucusudur. 1903'te hem yazılarıyla, hem de çok etkileyici konuşmalarıyla Filistin'de bir Yahudi ulusal devletinin kurulması yolunda Siyonist görüşler savunmaya başladı. Bu düşüncesi onu, Siyonist hareketin amaçları için, savaşta artık İtilaf Güçleri (İngiltere-Fransa- Rusya) yanında yer alması gerektiğine inanıyordu.
Jabotinsky, 1917 yılında yayınladığı (Turkey and the War ) Türkiye ve Savaş adlı kitabında, I. Dünya Savaşı'nın çıkış nedeninin, İtilaf devletlerinin iddia ettiği gibi Alman militarizmi değil, Şark Meselesi olduğunu ileri sürecekti. Savaşın Osmanlı Asyası'nı paylaşmaktaki ahenk yoksulluğundan çıktığını söyleyen Jabotinsky'ye göre Almanya, tüm Osmanlı'yı himayeye almak bahanesiyle Şark'ın zenginliklerine sahip çıkmak istiyordu. Jabotinsky'ye göre, Osmanlı artık bölünmeli ve milli devletlerin kurulmasına izin verilmeliydi. Bu düşünceler ve Siyonizm davası, onda Osmanlı'ya karşı savaşma fikrini doğurmuştu. Jabotinsky de bu savaşı yüksek sesle öneren ilk kişiydi.
***
Vladimir Jabotinsky der ki;
"Filistin Yahudilere ait olmalıdır. Etnik bakımdan temiz bir Yahudi devletinin yaratılması amacıyla gerekli yöntemlerin uygulanması, herzaman zorunlu ve gùncel olacaktır. Araplar , şimdi bile, onlan ne yapacağımızı ve onlardan ne istedigimizi biliyorlar. Durmadan oldu bittiler yaratmak ve Araplara bizim topraklanmızdan çekilerek çöle dönmeleri gerektigini söylemeliyiz."
Jabotinsky'nin İskenderiye'ye gittiğinde tanıştığı adam, Rus yahudisi ve siyonist Joseph Trumpeldor adında biriydi. Kendisine orduda tekrar görev verilmesine rağmen Trumpeldor Rusya'da rahat değildi; Filistin'e yerleşerek toprakla uğraşmayı istiyordu. 1914'te Filistin'e geldi ve burada, kendisi gibi göçmüş Rus Yahudiler arasında siyasi faaliyetlere girişti. Jabotinsky ile Trumpeldor, ilk kez Aralık 1914'te, Mısır'da Cabbari mülteci kampında karşılaştıklarında aynı idealleri paylaşıyorlardı.
Trumpeldor, mültecilerden bir lejyon oluşturup bu birliği Türkler'e karşı İngiliz Güçleri'nin hizmetine sunmayı ve bunun karşılığında da İsrail'i kurmakta İngilizler'den yardım almayı savunuyordu. O da, yapılan savaşa katılmazlarsa, Filistin'i Türkler'den koparmak ve İsrail yaratmak için bir fırsat daha olamayacağına inanıyordu. Trumpeldor ve Jabotinsky, İskenderiye'deki bu mülteci kalabalığından yararlandı. 1000 kişilik bir liste hazırlayıp bir dilekçeyle Mısır'daki İngiliz güçlerinin komutanı General Sir John Maxwell'e başvurdular.
Generel Maxwell, bu gönüllülerden diğer Türk cephelerinde kullanılacak bir katır ulaştırma birliği kurulması söylüyordu. Bu birliğin adı da Yahudi Mülteci Katır Birliğiydi. Jabotinsky ve komite üyeleri bu teklifi derhal reddettiler. Trumpeldor, bu birliğin Sion yolunu açacağı’na kalpten inanıyor ve sadece Yahudiler'den kurulu böyle bir birliğin, İsrail'i özgürlüğüne kavuşturacak gücün başlangıcı olacağını iddia ediyordu.
Tam bu noktada, sahneye Yarbay John Henry Patterson adlı bir İngiliz subayı girdi. Paterson İrlandalı Protestan bir babadan doğmuş siyonist fikirlere sahip askerdi. Kraliyet istihkamcılarından olan bu demiryolu mühendisiydi. General Maxwell Patterson'u Kahire'ye çağırdı. Onun Eski Ahit ve diğer dini kitapları okumuş, tarihi Yahudi kahramanları hakkında bilgi sahibi bir adam olduğunu biliyordu. Patterson Yahudiler'e de çok sempati duyuyordu. Bu nedenle kısa zamanda Jabotinsky ve Siyonizm destekçisi olmuştu.
19 Mart günü, Mafruza kampında göçmenlere hitaben yapılan bir toplantıda, Patterson; savaşta ileri hatlara cephane ve malzeme taşıyan bir kişinin, ileri hatta düşmana kurşun sıkan kişi kadar cesur olması gerektiğini vurgularken, onlara eşlik eden Gen. Alexander Godley de, Bugün İngiliz halkı, Yahudilerle bir akit (anlaşma) imzalamıştır dedi.Böylece, Yahudi Katır Bölüğü, Mısır'da, 23 Mart 1915'te, Yarbay Patterson yönetiminde göreve başladı. Trumpeldor, birlikteki 2. komutandı.
İkisi, Kahire'den Yahudi mültecilerin yaşadığı İskenderiye'ye gittiler ve Rue Sesostris 14 numarada bir karargah kurdular. 31 Mart'ta, Yahudi toplumunun önde gelenleri, özellikle de Hahambaşı Prof. Raphael de la Pergola'nın yardımlarıyla Gabbari'de gönüllü kaydettiler. İlk 500 kişiye yemin ettiren Hahambaşı Pergola, yaptığı konuşmada Patterson'u, İsrail'in Mısır'dan Vadedilmiş Ülke'ye ulaşmasını sağlayacak ikinci bir Musa olarak nitelendiriyordu.
Başlangıçta bu birliğe karşı olan Jabotinsky ise, Roma, Paris ve Londra'ya giderek İtilaf Güçleri'nin içinde tam teşkilatlanmış bir Yahudi lejyonu kurulmasına destek vermeleri için birtakım devlet adamlarıyla görüşmeler yapmaya başladı. Ama, görünürde böyle bir iş için umut yoktu. Tam bu sırada, İskenderiye'deki Rus konsolosu Petrov, Mısır ve İngiliz yetkililerini uyararak, Rus Yahudileri'nin Rusya'ya geri gönderilmelerini ve Rus ordusunda kullanılmasını istedi.
Hahambaşı Pergola, Jabotinsky ve Yahudi banker Edgar Suarez'in de yardımıyla, ilişkilerini kullanarak bu konunun rafa kaldırılmasını sağladı.Bu yeni birlik, Mısır Seferi Gücü'nün bir birliği olarak tasarlandı. Birlik, 737 adam, 5 İngiliz ve 8 Yahudi subaydan oluşacaktı. 20 at ve 750 yük katırı, eyer ve yük sandıkları, her biri 4 galon su alan bidonlar İskenderiye'de temin edildi.Yahudi subaylar, İngilizler'den yüzde 40 daha az ücret alacaktı. Birlik, her biri iki subaylı 4 takıma, her takım, bir çavuş yönetiminde 4 bölüğe, her bölük de başlarında birer onbaşı olan alt birimlere ayrıldı. Emirler İngilizce ve İbranice verilecekti. Hahambaşı da onursal din görevlisi olarak nitelendi. Subayların ve askerlerin birçoğu yüksek okul okumuş ya da öğretmenlik, avukatlık yapmış profesyonel insanlardı. Sıhhiye ekibinin başına getirilen Dr. Meshulam Levontin de bunlardan biriydi.
Yahudi Katır Bölüğü, 562 adamla 17 Nisan 1915 günü Anglo-Egyptian ve Hymettus gemileriyle Gelibolu'ya doğru yola çıkmış ve 25 Nisan 1915 günü de yarımadaya ayak basmıştı. Hepsinin yakasında da sarı renkli Davut yıldızı motifli birlik arması işliydi. Birlik ikiye bölünmüştü; yarısı ünlü 29. Tümen'le birlikte Seddülbahir'e, diğer yarısı da Anzak Kolordusu'yla birlikte Arıburnu'na çıkarılmıştı.
Ancak, bu ikinci grup, görünürde nedensiz, Mısır'a geri gönderildi. Hamilton'un bir mektubunda belirttiğine göre, bu tasarrufun nedeni, Anzac askerlerinin, Katır Birliği mensuplarını Türk zannederek" vurmalarıydı. Diğer grup ise, savaş boyunca Seddülbahir'deki tek ulaştırma birliği oldu ve yoğun ateş ve inanılmaz güç şartlar altında, ön cephelere su, cephane, yiyecek ve diğer ihtiyaçların ulaştırılması görevi yaptı.
Savaşta aynı ölçüde şöhret kazanan İngiliz ve Hint güçlerinin yanı sıra Yahudi Mülteci Katır Bölüğü (Zion Katır Bölüğü olarak bilinir), Suriye ve Filistin'deki mülteci Yahudiler'den kısa sürede teşkil edilmişti. Ağırlıklı olarak Rusya kökenli bu insanlar Mısır'a güvende olmak için gelmişlerdi. Albay Patterson, bunlar arasından 750 katırla 500 adam seçmekle görevlendirildi. Emirler kısmen İbrani, kısmen de İngiliz dilinde veriliyordu. Bu adamlar, 1915'te Süveyş Kanalı'ndaki savaşta Türkler'den ele geçirilen tüfeklerle silahlandırılmışlardı. Bu birlik, büyük bir olasılıkla, İsa'dan sonra 70'de Kudüs'ün düşüşü sırasında, Titus'un idaresindeki Roma ordusuna karşı savaşan Yahudi güçlerinden sonra savaşmış ilk Yahudi birliğiydi.
Birlikte, kimi zaman sonu herkesin önünde kamçıyla cezalandırmaya varan ciddi disiplinsizlik olayları görülüyordu. Ayrıca, Yahudi idealistlerle birlikte Mısır'daki mülteci kampının zor şartlarından kurtulmak için birliğe yazılmış olanlar arasında çatışmalar oluyordu.
Gelibolu savaşı sona erdiğinde, birlik 8 üyesi kaybetmiş, 25'i de yaralanmıştı. Katır kaybı ise 47 idi. 1915'in Haziran ayında Patterson, adam toplama, bir üs kurma ve iki birlik daha oluşturması için İskenderiye'ye gönderildi ama Gelibolu'daki birlik için Kahire'den sadece 150 kişilik bir takviye alabildi. Zion Katır Bölüğü'nün görevine, bir destek birliği olarak 26 Mayıs 1916'da son verildi.
Jabotinsky, özetle "Savaşmak amacıyla Gelibolu'ya gidiş, Siyonizm'e yepyeni ufuklar açmıştır. Eğer biz 2 Kasım 1917'de Balfour Deklerasyonu ile Filistin'de yurt edinme konusunda söz aldıysak, buna ulaşan yol Gelibolu'dan geçmiştir." demiştir.
ESAD & VEHİB PAŞA
Bu arada Çanakkale Boğazı'nın kilidi sayılan Conkbayırı'nı düşman kuvvetleriyle çarpışan Korgeneral Mehmet Esat Bülkat Paşa, Çanakkale'deki hizmetlerine ödül olarak 15 Eylül 1915'de Tümgeneralliğe yükseltilmişti. Goltz Paşanın Bağdat Komutanlığı'na gitmesi üzerine 3 Kasım 1915’de 1. Ordu Komutanlığına atandı. Arıburnu ve Anafartalardaki Kuzey Grubu Komutanlığı’na 3.Kolordu Komutanı Esat Paşa görevlendirildi. Esat Paşa, İtilaf Kuvvetlerinin Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul'a gelmesini önleyen üç önemli kumandandan biri olarak tarif edilmektedir. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre Selanik Yanya doğumlu Esat ve Vehib Paşalar sabetayist asıllıdırlar. Selanikli akraba bağları ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki konumları bu iki paşanın sabetayist olabileceği tezini güçlendirmektedir. Nitekim Esat Bülkat Paşa aile çevresinden Celal Bülkat tarafından Necdet Kent ile akrabadır.
Necdet Kent Temmuz 2007 itibariyle Coca Cola'nın CEO'su görevine atanan Muhtar Kent'in babasıdır. Necdet Kent, Kent savaştan sonra Türkiye'nin New York Başkonsolosu olarak görev yaptı ve bunu takiben Yeni Delhi, Stokholm ve Varşova'da büyükelçilik görevlerinde bulundu. 1941 - 1944 arasında Türkiye'nin Marsilya Başkonsolosu idi. II. Dünya Savaşı sırasında birçok Yahudi'ye Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardı. Nazi işgali altındaki Fransa'da geçirdiği bu yıllardaki kahramanlıklar Alman toplama kamplarına giden treni durdurmakla sınırlı değildi. Aynı zamanda güney Fransa'da yaşayan veya oraya kaçan, geçerli Türk pasaportu olmayan birçok Yahudi'ye Türk kimliği sağladı. Artık emekli bir diplomat olan Kent'e, 15 Mayıs 2001 tarihinde, İsrail'den gelen ve üzerinde "Bir can kurtarmak dünyayı kurtarmak gibidir" yazan özel bir madalya ile beraber Türkiye'nin en yüksek şeref madalyalarından birisi olan Üstün Hizmet Madalyası verildi. Ayrıca, yazar Ayşe Kulin'in yazdığı ve II. Dünya Savaşı sırasında Yahudiler'in çektiği Nazi zulmünü anlatan "Nefes Nefese" adlı romanda geçen "T.C. Marsilya Başkonsolosu Nazım Kender" karakteri de Necdet Kent'i temsil eder.
Çanakkale’nin diğer komutanı ise Mehmet Vehib (Kaçı) Paşa, Esat Paşa’nın küçük kardeşidir. Esat ve Vehib Paşa, bir dönem milletvekilliği yapmış Kazım Taşkent’in amcalarıdır. Taşkent Almanya'da yüksek kimya öğrenimini yapmış 1926'da Alpullu Şeker Fabrikası'nın kuruluşunda önemli görevler üstlendi. 1944'de ise Doğan Sigorta Şirketi'ni ve Yapı Kredi Bankasını kurmuştur.
1912 Balkan savaşlarında Vehib ve Esat Paşa kardeşler doğdukları Yanya şehrine komutan atandılar. Balkan savaşında Yanya şehrini Kolordu komutanı olan Esat Paşa ve Müstehkem Mevki komutanı Kaymakam Vehib bey savundu. Bu iki kardeş 482 yıldır Osmanlı hakimiyetinde olan bu şehri Yunanlılara teslim ettiler. Esir düştülersede barış görüşmelerinden 9 ay sonra serbest bırakıldılar.
Vehib ve Esat kardeşler Çanakkalede savaşındada aynı cepheye düştüler. Savaş sırasında Vehib Paşa tuğgeneralliğe getirilerek Kafkasya’daki 3.Ordu Komutanlığına getirildi. Yaptığı taarruzlar bir neticeye varmadığı gibi Ruslar’ın Doğu Anadoluyu işgaline neden oldu. Savaşın sonuna doğru Vehib Paşa Şark Orduları komutanlığına getirildi daha sonra 1. Ordu Komutanlığına atandı. Mondros savaşından sonra Batumda petrol yolsuzluğuna karışmaktan dolayı Divanı Harp’te yargılanarak 4 ay hapis cezası aldı fakat hapis yatmadı bir gecede apar topar kaçırıldı.
Vehib Paşa milli mücadeleyede karşıydı. Fakat ne hikmetse milli mücadeleden sonra akrabaları yakınları cumhuriyette söz sahibi oldular ve sermayelerini büyüttüler.
Çanakkale’deki ünlü söz, (ölmek var dönmek yok) Esat Paşa tarafından söylenmiştir.
SABETAYİZM VE İNGİLİZ PROTESTANLIĞI
İngilizlerin dini Püritenizmdir. Yani diğer bir tabirle "İngiliz Yahudiliği"dir.
İngiltere Protestanlığın kök saldığı ülkelerden birisidir. Doğrudan Tevrata bağlı olarak Protestan hristiyanlığın bilakis ingiliz protestanlığı (Püritenizm) inancında İsrailoğullarını sevmek, korumak, Tanrının İsrailoğullarına verdiği seçilmişliği kabul etmek ilahi bir emir ve inanıştır. Bu nedenledir ki 1948’de İsrail devletini de İngiltere kurmuştur. Ve bugünde İsrail devletinin en ateşli destekçisi en ateşli savunuculuğunu en güçlü dünya ülkelerinden İngiltere ve Amerika yapmaktadır.
Bu iki protestan ülke İsrail’in amili bekçisi durumundadır. İngiltere’nin ve Amerika’nın bu tutumu Tevrat’ta Yeşaya bölümünde yazan kehanetede birebir uymaktadır;
"Yabancılar senin surlarını onaracak, Kralları sana hizmet edecek, Çünkü sana kulluk etmeyen ulus yada krallık yok olacak. Uluslar ve krallar bir anne gibi seni emzirecekler. (Tevrat-Yeşaya Bap. 60 / 10.12.16)
1844'de İngiltere'de, John Thomas tarafından Christadelphians (Kristadelfiyan, Mesihte Kardeşler) adıyla yeni bir Protestan mezhebi kuruldu. Mezhep, açıkça Yahudilerin Kutsal Topraklar'a dönmesi gerektiğini savunuyordu. Daha sonra Yahudilere destek de sağladı, Siyonizmin öncülerinden Hibbat Zion hareketine yardımda bulundu.
19. yüzyılda doğan bazı Protestan mezhepleri, Yahudilerin Kutsal Kitap'taki kehanete uygun olarak Kutsal Topraklar'a dönmeleri gerektiği düşüncesini, teolojilerinin temeli haline getirdiler. 1830'da İngiltere'de John N. Darby tarafından kurulan 'Plymouth Brethren' (Plymouth Kardeşliği) mezhebi, tüm Kutsal Kitap kehanetlerinin, Yahudilerin Kutsal Topraklar'a dönmesi üzerine kurulduğu doktrinini kabul etti. Buna göre, İsa Mesih'in ikinci gelişinin ardından, İsa ve ona bağlanan Yahudiler, Kudüs'ten tüm milletleri yöneteceklerdi. Çoğu Köktenci Protestan kilisesi, bu düşünceyi kabul etti ve bugüne dek korudu.
İşte Protestanları, Siyonist yapan düşünce budur. Protestanlık'taki bu Siyonist etki birçok grubu kapsamıştır. Hıristiyan Siyonizmi, çok sayıda Protestan devlet adamını da etkilemiştir. Protestanlar, Eski Ahit (Tevrat)’a bağlanırken, Mesih inancını ve Yahudilerin dünyayı yönetme hakkına sahip olduklarını da kabul etmişlerdi, Hıristiyan Siyonistler, yani Yahudilerin Kutsal Topraklar'a dönüş projesine gönülden destek veren Protestanlar, tarihte başka hiçbir örneği olmayan bir şey yapıyorlardı. Bir dinin bağlıları, büyük bir arzu ve heyecanla bir başka dinin bağlılarının isteklerini yerine getiriyordu. İşte Püriten (Protestan) gelenekten gelen bu Yahudi sempatizanı etki, 20. yüzyıla gelinirken Hıristiyan Siyonizmi'ni doğurdu.
Sabetay Sevi olayı bile, Yahudilerin Siyon'a dönmesi gerektiğini savunan İngiliz Protestanlarını bu düşüncelerinden alıkoymadı. Çünkü onlar yoğun bir Eski Ahit (Tevrat) eğitiminden geçmişlerdi ve Filistin'i Yahudilere ait bir toprak olarak görme isteklerinden vazgeçmiyorlardı. Böylece 18. yüzyılda bir tür Yahudi olmayan Siyonizm (non-Jewish Zionism) İngilizler arasında yerleşik hale geldi. Bu bakış açısı, bugün Ortadoğu'da yaşanan trajedide de büyük rol oynamaktadır.
Sabetay Sevi’de yahudileri sürgünden geri toplayacak, Süleyman Tapınağını yeniden inşa edecek ve İsrail’in krallığını ilan edecektir. Sabetay Sevinin 18 emrinden birisinde de şöyle söylemektedir; Kesin imanla, Sabatay Sevi'nin hakiki Mesih olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış İsrail'in sürgünlerini toplayacağına inanırım.
İşte Sabetayizm ile İngiliz Protestanlığının ortak noktası, Yahudilere Filistinde bir devlet kurmaktır. Sabetayizmin ve Protestanlığın ortak noktası Yahudileri sürgünden Filistinde toplamak, Süleyman Tapınağını yeniden inşa etmek ve Yahudilerin başında olduğu bir İsrail Krallığı kurmaktır.
Burada Protestanlık, Sabetayizm, Siyonizm ve Masonluğun buluştukları ortak nokta bir kere hepsinin kaynağı (Tevrat)’tır. İkincisi hepside Süleyman Tapınağının yeniden inşa edilmesini istemektedirler, üçüncüsü hepside Kudüste mesih krallığı yani İsrail Krallığının kurulmasını istemektedirler. Yani özetleyecek olursak Birinci Dünya Savaşında savaşan İngiltere’nin, Dünya masonluğunun merkezi Fransa’nın, Osmanlı Devletinin müttefiki Protestan Almanya’nın ve Osmanlının İttihat Terakkiye bağlı mason ve sabetayist komutanların hepsi aynı zihniyete aynı düşüncelere ve aynı amaca sahiptirler.
Çanakkale ve Gelibolu cephesindeki mason ve sabetayist komutanların, İttihat Terakkiyi kuran mason ve sabetaycıların amaçları doğrultusunda Filistinde bir Yahudi devleti kurulmasını istemiyorlar mıydı ? Sabetayistler eğer müslüman oldularsa gizli siyonist olduklarının garantisini verebilir misiniz ?
Peki Çanakkale, Gelibolu, Kafkas, Yemen ve Filistin cephesini savunan İttihat Terakkinin mason ve sabetayist komutanları Filistinde bir Yahudi devleti kurulmasını istemiyorlar mıydı ? Jabotinsky’nin dediği gibi Filistinde bir yahudi devletinin kurulabilmesi için Osmanlının yıkılması gerekiyordu.
Peki İttihat Terakki Birinci Dünya Savaşına Osmanlı devletini bilinçli ve planlı bir şekilde sokarak yıkılmasına çanak tutmadılar mı? İttihat Terakki savaşı bilerek kasıtlı planmış bir şekilde kaybetmiş olamazlar mı ?
Ve diğer savaşlar ? Bu savaşların hepsinin bir amacı vardı. Ortadoğu petrolleri ve Filistinde İsrail devletinin kurulmasıydı.
İngilizlere protestan inancının vermiş olduğu inanış nedeniyledir ki püritenist ahlak ve inanış doğrultusunda Hristiyan Siyonistlerde diyebiliriz.
Çanakkalenin ve Gelibolunun İngiliz ve Osmanlı devletinin komutanları da İsrail (yahudi) kavminden olup siyonisttiler. Düşman iki ülkenin komutanlarıda siyonistti. Osmanlıyı birinci dünya savaşına sokan İttihat Terakki Cemiyetini kuranlar mason ve sabetayisttiler. İttihat Terakki’nin daha kuruluş aşamasında hangi sınıfın çıkarlarını koruduğuda bilinmemektedir. İttihat Terakki’nin sınıfsal etnik kökeni konusunda derli toplu bir araştırmada bulunmamaktadır. Selanik’in güçlü adamlarından Rahmi Bey, yine Selanikli Talat Bey, Cavit, Mithat Şükrü ve Emanuel Karasu gibileri İttihat Terakkinin politikalarının gerçek sahipleridir.
Osmanlı Devleti’nin müslüman elitinin, elinde sermaye biriken Yahudi ve Sabetaycılarla ittifak içinde olduğua bilinmektedir. Sonra Çanakkale ve Gelibolu savaşlarında cepheye komutan olanlarda hep Selanikliydiler. Daha da açacak olursak Çanakkale savaşları Osmanlı ordusunun başındaki Selanikliler, Alman birliklerin başında Yahudi asıllı siyonist komutanlar ve İngilizler ve Siyon Katır Birlikleri arasında geçmiştir.
Peki I.Dünya savaşında İngilizlerin amacı Çanakkale üzerinden İstanbulu işgal etmek miydi yoksa Osmanlı Devletinin Ortadoğu petrolleri ile bağını kopararak ve Filistinde bir Yahudi Devleti kurmak mıydı ?
Peki Çanakkale ve Gelibolu’daki şehitlerİmize ilahi saldırı emrini vererek Türk askerleri ateşin üzerine sürenler hangi amaç için ve hangi tarafın galip gelmesini istedikleri için bu emri verdiler ?
Kasıtlı bir şekilde planlanmış bir Türk-Müslüman kırımından bahsedebilir miyiz..?
GARGAT AĞACININ KÖKLERİNE BAKMAK LAZIM
Ey, kardeşlerim!
didişmekten fırsat bulursanız,
dinleyin!
Luciferin fısıltılarına,
verdiğiniz kulaklarınızı,
bir kez olsun bana verin!
Siz nasihat sevmezsiniz,
lafa söze gelmezsiniz,
yalnızca hikaye söyleyeceğim!
seversiniz,
masal dinlemeyi,
masalım ki farklı lakin,
uyutmak için değil,
uyandırmak için...
Bundan çok uzun yıllar önce,
insanlığın ilk cinayetinin işlendiği,
o yıllarda başlar hikayemiz...
her cümleye haşa demeyeceğim ama,
haşalıktık sözlerimiz.
Adem babamız ve havva anamızın çocukları,
biz goyimler doğmuşuz.
ilk haşamız;
luciferle havva anamızın çocukları da,
herşeyin uğruna yaratıldığı,
yahovanın ...
ve iki nehir kuşatır,
siyon yıldızını,
biri nil, diğeri fırat,
hesapta bizim gayseri bilem var!
onlar çekyat üretedursun!
beyoğlundaki,
seçkin goyimlerin mabedi,
nur-u ziya sokağının,
bizim nurcularla ilgisi yok lakin!
o da ne demeyin,
biraz araştırın, inceleyin!
Herşeyden, herkesten,
hakkını almak isteyen bu çocuklar,
şimdilerde filistinde beslenmekteler.
one minute,oh my god!
Eşkenaz, seferad, sebatay!
Vay yavrum vay!
biz gül ağacından,
italyan tasarımlı,
avrupa kazıklarıyla donatırken,
tokili evlerimizi...
onlar gargat ağacı dikmekteler...
biz apartmanlarda,
korkak çocuklar yetiştirirken,
onlar ilk 500' e sahiplendiler!
Black Rock ile oynarlarken zirveye,
Biz hüzünlendik Gazze'ye!
Bankalar, borsalar, sendikalar;
onların!
bize meydanlar!
filmler onların,
seyreden biz!
işte böyle hikayemiz!
ülkemiz nüfusu, şehirlerde...
üç çocuk hayalimiz!
nesilleri telef makinasının mucidi onlar,
düğmeye basan biz!
görünmez medeniyet onların,
tek devlet, tek millet!
biz de menü geniş,
nerde ümmet?
onlarla diyalog,
kendimize blog!
sıkıldınız mı,
anlattıklarımdan!
anti ya da değil,
semitist mi oldum yoksa?
kurbağalar mı ürktü?
sözün özü,
biz onların gargat ağacını,
700 yıl önce,
bir çınarla kuruttuk!
o yer, söğüttü!
anlayana öğüttü...
sözlerim aşmasın maksadını,
kötülemek değildir kötüyü,
bakma sen ona buna,
yahudaya,
kul ol sen kendi yaradanına!
ibret al yeter yani...
bak 6 milyon yahudi,
kök salmışsa, davasın,
davan laklak olamasın...
otur bu yahudiler var ya,
edebiyatına,
ebediyyen sıkıntı başına!
Ey hak yolun yolcusu,
hakikatı ara ki başarasın,
cehennem aynı çukur,
beğenmediğinle yanarsın!
Şapka çıkar luciferin çocuklarına,
sen ademin oğlu bak, yaptıklarına...
bilmediğin şeymiş gibi,
neden şaşarsın?
yahudi yahudi de,
sor bakalım kendine;
sen kimin nesi,
kimin fesi?
Kulak ver diyeceklerime_
Sicarii, Hz. İsa döneminde Yahudi suikastçilerden oluşan gizli bir cemiyetti. Diğer suikastçi grupları gibi Sicarii de dini fanatizm ve delilik ölçüsünde siyasi tarafgirlik karışımıyla üyelerinin körü körüne sadakatini sağlıyordu.
"Hançer" sözcüğünün Latincesi, "sicarus"tur ve Sicarii, basitçe "hançerli adam" anlamına gelir. Bu terim, aynı zamanda Roma arenasında bir gladyatör tipinin de adıdır. Çünkü gladyatörler, taşıdıkları silaha göre adlandırılıyorlardı.
Julius Caesar, Yahudilerin dostu ve hayranıydı. Roma imparatorluğu döneminde onlara devlet kurma ve huzur içinde yaşama izni vermişti. Bu devlet, Haşmoneyan Hanedan'ının kukla Yahudi kral ve kraliçeleri tarafından idare ediliyordu. Ama Roma'nın fethettiği başka bölgelere göre ayrıcalıkları çok daha fazlaydı. Ancak Yahudiler ve onların fatihleri (Romalılar, uzun bir listenin sonundaydı. Diğer fatihler arasında Babilliler, Asurlular, Selevkos Yunan İmparatorluğu da vardı) arasındaki ilişki, sonraki yüzyılda giderek sorunlu bir hal aldı.
Bu yeni anlaşmazlığın iki nedeni vardı: Bağnazlar ve Sicarii Örgütü!:
✓ Zealotlar, Judea merkezli aşırı sağcı bir siyasi partiydi. İngilizcede "bağnaz" anlamına gelen "zealot" sözcüğü, ideolojinin kör ettiği insanlar için kullanılır.
✓ Sicarii, Zealotlardan oluşan gizli bir cemiyetti ve bu cemiyetin üyeleri, Roma işgâline karşı isyan başlatmakla yetinmeyen Yahudilerdi.
Sicarii tarikatı, kanlı bir isyan başlatmaya niyetliydi ve "Helenleşmiş", yani Romalı derebeylerinin etkisi altına girmiş ya da onlara olumlu bakan herkesi öldürerek bunu bir ölçüde başardılar. Sonunda M.S. 68'de aradıkları kıyamet senaryosunu tetiklemeyi başardılar. Şiddetten bıkıp usanan Roma lejyonları, bu zorlu eyaleti işgal etti. Ulusu kıyıma uğratan ve Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtan üç uzun savaştan ilkiydi bu.
İnançlı Yahudiler, Sicarii'nin Tapınak Dağı'nda, Kudüs'teki en kutsal ibadet yeri Süleyman Tapınağı'nda bile kan dökmekten çekinilmemesinden dehşete düşmüşlerdi. Ancak dini festivaller arasında mekanı dolduran kalabalığın içine karışıp hedeflerini öldürdükten sonra yine kalabalığın arasında kaybolmak, Sicariilerin salt tapınağa hürmet ettikleri için vazgeçemeyecekleri kadar büyük bir fırsattı. Dökülen kan bir Romalıya ya da Roma vatandaşına ait olduğu sürece, Sicariiler için hiçbir sorun yoktu.
İsyanın son dramatik sahnesini dağ şehri Masada'da tasarlayan bir grup Sicarii, teslim olmak yerine topluca intihar etmeyi seçmişti. Onlara boşuna Zealotlar dememişlerdi. Romalılar, birini yakalayıp işkence ettiği zaman, tarihçi Josephus'un anlattıklarına göre adamın cesareti ya da belki de delilik ölçüsündeki setliği, herkesi şaşırtmıştı. Hatta Sicarii çocukları bile işkence gördüklerinde Sezar'ı lider kabul etmeyi reddediyorlardı.
Hz. İsa'ya ihanet eden havarisi Yahuda İskaryot da büyük olasılıkla bir Sicarii idi. "İskaryot" sözcüğü, "Sicariilerden biri" anlamına gelen sicarus sözcüğünün Latinleştirilmiş versiyonuydu.
Judea dümdüz edildikten sonra, Sicariiler, Mısır'a kalabalık bir Yahudi nüfusunun yaşadığı İskenderiye'ye kaçtılar ve onları da isyana teşvik etmeye çalıştılar. İskenderiye Yahudileri, bu teklife bulabildikleri bütün Sicariileri öldürerek karşılık verdi. Geriye kalanlar, birer birer yetkililer tarafından yakalandı ve kısa süre sonra Sicariiler, tarih sahnesinden silindiler.
Mi acaba?
Bu işin günümüze uzantısı ne peki?
Tarihin dehlizlerinde dolaşmaya var mısın? Kesif bir küf kokusu yakacak genizlerini. Soluksuz takıl peşime. Dünden bugünlere bir yolculuk için oku yazılanları.
*
Satanist ve katil Siyonizmin kaynağı püritenliktir. İşte bu kavramı bilmeden bugünleri anlayamayız. Abdullah İbn_i Sebe, Yasef Nassi, Sebatay Sevi'yi tanımadan bugünleri yorumlayamayız.
Yolculuk başlıyor.
Püritenler, kendilerini Eski Ahit'e öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika'ya New England (Yeni Ingiltere) yerine New Israel (Yeni Israil) adını vereceklerdi.
Puritanizm Amerika'nın kuruluşunda böylesine önemli rol oynayıp, "Amerikan ruhunu sekillendirirken", bu ülkeye "yahudici / yahudi sempatizani" (judaizer) misyonunu da yükledi elbet. Püritenlik, daha sonra gelişen tüm Amerikan protestanlığını da etkisi altına almıştır.
Püritenler, Yeni Dünya'ya Muharref Tevrat'in içerdiği vahşet boyutunu da getirmislerdir. Tevrat, Yahudilerin, Filistin'i sözde haksız olarak gasp etmis Kenan halkına karşı girişecekleri savaşta uygulamalari gereken bazı vahset emirleri içerir. Bu vahset emirleri, geçmis yıllarda ve günümüzde-yakın gelecekte Israil ordusu tarafından Filistinliler'e karsı uygulanmıstır-uygulanacaktır. Kendilerine rehber olarak Tevrat'ı kabul etmiş olan Püritenler de, Amerika topraklarında uyguladıkları vahşetler için Tevrat emirlerini referans kabul etmişlerdir.
Noam Chomsky, Year 501: The Conquest Continues (Yil 501: İşgal Sürüyor) adlı kitabında Amerikan yerlilerinin Kristof Kolomb'la başlayan baskı ve "etnik temizlik" dolu tarihine el atıyor. Ve Püritenlerin, Amerika'yı "VaadedilmişToprak" olarak gördüklerini, üzerindeki Kızılderilileri de "Kenan Halkı" saydıklarını bildirdikten sonra, Püriten vahşetini söyle anlatıyor:
"New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637'de Pequot Kızılderilileri'nin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin, uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmi açıklamaları ise şöyleydi: 'Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, sükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.'
Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her AmeriKANya çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten (BozulmuşTevrat) kaynaklanan düsünceyi ödünç almaktadır.
Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmis halkına ait olan Vaadedilmis Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek'.
Katliamı uygulayan Püritenler, yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, 'kutsal misyon'larını yerine getiriyorlardı. Öyle ki, kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Eski Ahit emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre, Püritenler, kızılderili çadırlarını 'kızgın ateşli fırınlara' döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle 'olabilecek en kötü ölümle' öldürüyorlardı. Bir baska Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler 'ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyor'du. Katliamı uygulayanlar ise 'Rab (Yehova)'nin övgüsüne layık' oluyorlardi.
Bundan bir kaç yıl sonra ise New York bölgesindeki yerlilerin 'temizlenmesi' operasyonu düzenlendi. Örneğin, Subat 1643'de Güney Manhattan'da Hollanda'lı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri'ne karşı gerçekleştirilen ve David de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi:
'Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateıe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafalari eziliyor, en taş yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarina izin vermediler, hepsi boğuldu."
Modern dünyanın uygulamaktan bir türlü vazgeçmediği vahşetin ardında, bir de bu tür bir "judaizer" geleneği yatmaktadır.... Püritenlerin uyguladıkları vahsetin İbrani öğretisine dayandığına, Arnold Toynbee de dikkat çeker. Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett'in Race: The History of an Idea in America (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında yazdığına göre, Toynbee, "Amerika'daki İngiliz kolonicilerinin Eski Ahit üzerinde yoğunlaşmalarının, onlara, dinsizleri yok etmekle görevli seçilmis bir halk oldukları inancını verdiğini" savunuyor. Gossett, bunun ardından, "Tevrat'taki Israilliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusettes kolonisindeki İsrailliler (yani Püritenler) de Kızılderilileri öyle yok ettiler" diyor.
Püritenlerin, "Amerikan ruhu"na enjekte ettikleri bu "judaizer" etki, Amerika'nın yahudilik konusundaki yaklaşımını bugüne dek yönlendirmiştir. Amerikan protestanlığıi, Püriten düşüncesinin bir devamı olarak, yahudilerin hep "seçilmis ırk" oldugu düşüncesini benimsemistir. Amerikan-Ibrani iliskilerinin tarihsel gelişimini incelediğinizde Amerikan protestanlığınin taşıdığıbu ilginç misyon, dikkatlerden kaçmaz.
Protestanlık-yahudilik paralelliğini göstermesi açisindan oldukça ilginç bir isimle karşılaşırız.
"1841'de New York'da bir metodist protestan olarak doğan William Eugene Blackstone, gençlik yıllarında Kutsal Kitap üzerinde uzmanlastı... 1878'de Blackstone büyük eseri 'Jesus Is Coming'i (Isa Geliyor) yayınladı ve kısa sürede ün kazandi. Evanjelik cemaatleri onu alkışladılar. Kitabı bir milyonun üstünde sattı ve Ibranice'yi de kapsayan 48 dile çevrildi.
Blackstone, arkadaslari Dwight L. Moody ve Cyrus I. Scofield ile birlikte, Kutsal Kitab'in yahudilerin 'Tanrı'nın seçilmis halkı' olduğu seklindeki hükmünün hala geçerli olduğunu savundu.... Aralarında John D. Rockefeller, Cyrus McCormik, J. Pierpont Morgan gibi isimlerin ve Parlemento sözcüsünün, senatörlerin, hakimlerin, avukatların, gazetecilerin bulundugu 413 seçkin Amerikalı Blackstone'un bu fikrine destek verdi. Yahudilerin seçilmis halk olduğunu destekleyenler, Amerikan elitinin kapsamli bir listesi durumundaydi...
Blackstone, daha sonra Rusya'dan göçen yahudilerin sözkonusu olduğu dönemde, su öneriyi getirdi: 'Niçin Filistin'i Yahudilere vermiyoruz?'...
Peki Filistin 'bizim' miydi ki onu Yahudilere verecektik? Buna karşılık Blackstone, 1878 Berlin Anlasması ile birer Türk eyaleti olan Bulgaristan ve Sırbistan'in Bulgarlara ve Sırplara verildiğini hatırlatıyor ve şöyle diyordu: 'Bulgaristan'in Bulgarlar'a, Sırbistan'in da Sırplara ait oldugu kadar, Filistin de yahudilere ait değil mi?'... Yahudi devleti, aynı Bulgaristan ve Sırbistan gibi, Türk Hükümeti'nden anlaşma sonucu alınacak Filistin toprakları üzerine kurulabilirdi...
Böylece Amerikali bir protestan olan Blackstone, Avrupalı bir yahudi olan Theodor Herzl'den yıllar önce siyasi siyonizmi ortaya atmıştı....
Blackstone, ölümünden iki yıl önce, 1933'de Chicago'daki protestan cemaatine yazdığı mektupta, asırlar önce Püritenlerin eliyle Amerika'ya yüklenmis olan misyonunun hala geçerli olduğunu vurguluyor ve, 'İsrail'in uyanışıyla şimdi her zamankinden daha çok ilgileniyorum' diye yazıyordu, 'Dualarımız ve gayretlerimiz sayesinde beklenen Mesih'lerine kavuşabilirler'."
Püritenlikten kaynaklanmış olan Amerikan protestanlığının yahudilikle olan paralelliğini ve yahudilerle ilgili olarak taşıdığı misyonu baska kaynaklar da vurguluyor. The Lobby: Jewish Political Power and American Foreign Policy (Lobi: Politikadaki Musevi Gücü ve Amerikan Dış Politikası) kitabının yazarı Edward Tivnan, konuyu söyle dile getiriyor:
"Amerikan Siyonist hareketinin önderi Brandeis, yeni kurduğu Amerika Siyonist Organizasyonu'nu geliştirmeye çalışırken, siyonist hareket birdenbire Beyaz Saray'da bir dosta sahip oldu. Bu dost Baskan Wilson'dı. Wilson, Brandeis'i yalnızca 1916'da Anayasa Mahkemesi'ne atamakla kalmayacak, aynı zamanda bu genç arkadaşının seslendirdigi siyonizm teorisine de destek çıkacaktı.
Wilson'in bu tavrı, pragmatik bir siyasi karar olmaktan çok daha öteydi. Bir Prespiteryen papazın oğlu ve Kutsal Kitab'ın sürekli bir okuyucusu olarak Wilson, yahudilerin kaderi ile duygusal olarak ilgiliydi. Amerikan protestanlığında Siyon idealine karşı büyük bir sempati geleneği vardır. Grose, Wilson'ın 'Ben, bir protestan papazın oğlu olarak, Kutsal Topraklar'in oranın gerçek sahiplerine verilmesine destek olmakla yükümlüyüm' dediğini de belirtir."
Amerika'daki Protestan cemaatlerinin önemli bir bölümü, bugün de aynı etkiyi taşımaktadır. ABD'deki köktenci protestan cemaatleri, Israil'i "Tanrı'nın yerine gelmiş bir vaadi" olarak değerlendirirler. Israil'e yapılan Amerikan yardımı hakkındaki en ufak bir eleştiri, bu cemaatlerden büyük tepki alır. Israil Devleti, Tevrat'ta adı geçen yahudilerle özdeşleştirilirken, Gazze ve Batı Seria'da yasayan Filistinliler, Kenan Halkı olarak değerlendirilmektedir. Öyle ki, bu cemaatler, Amerika'nın gücünü koruyabilmesini de Israil'e yaptığı desteğe baglamaktadırlar. Sayıları elli milyonu aşan Evanjelik protestanların liderlerinden Jerry Falwell, "Diğer milletler Israil milletine nasıl davranıyorsa, Tanrı da onlara öyle davranır" diyebilmektedir . Aralarında çok yakın bir dostluk bulunan Evanjeliklerin ve yahudilerin önemli bir bölümünün, "ortak düşmanlari" ise, Noam Chomsky'nin hatırlattığı gibi, müslümanlardır.
Sonuçta, Protestanlığın büyük ölçüde Eski Ahit'e ve İbrani dünya görüşüne dönüş hareketi olduğunu ve bu dönüşün hem sosyo-ekonomik boyutta (kapitalizmin dogması, faizin mesrulaşması) hem de sosyo-politik boyutta (yahudilere karşı olağandışı bir sempati ve hayranlık doğması gibi) sonuçları olduğunu söyleyebiliriz.
Batı kültürünün, ahireti temel hedef olarak belirlemiş olan Katolik düşüncesinden kopup, Kuran'ın "Her biri, bin yıl yaşatılsın ister" (Bakara, 96) hükmüne uygun bir dünyeviliğe dönmesi de, kuskusuz önemli ölçüde bu "İbranileşme" sürecinden kaynaklanmaktadır.
*
Bitirmeden şu Püritenlik konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Püritenliğin kökleri İngiliz reformunun başlangıcına dayanır.
Katolikliğin dayatmaları insanları bunaltmıştı. Püritenlik 1500’lerin ortalarında İngiltere’de başlayan bir dini reform hareketiydi. İlk hedefi Katolik Kilisesi’nden ayrıldıktan sonra İngiltere Kilisesi içinde kalan Katolik etkileri ortadan kaldırmaktı. Bunu yapabilmek için kilisenin yapısını ve törenlerini değiştirmeye çalıştılar. Güçlü ahlaki inançlarıyla uyum sağlaması için İngiltere’de daha geniş yaşam tarzı değişiklikleri istediler. Bazı Püritenler Amerika’ya göç ettiler ve bu inançlara uyan kiliseler etrafında inşa edilmiş koloniler kurdular. Püritenlik, İngiltere’nin dini yasaları ve Amerika’daki kolonilerin kuruluşu ve gelişmesi üzerinde geniş bir etkiye sahipti.
Yalnızca İncil değil 'eski ahit' adı verilen Tevrat'ta artık hristiyanların inanç dinamiklerini besler hale gelmişti.
Avrupa tarihinde 16.yy Reform yüzyılı olarak adlandırılır. Reform konsepti Avrupa'nın büyük bir kısmının Katolik Kilisesi'nden ayrılması anlamına gelir. Aynı zamanda bu Avrupa'nın, Papanın hakimiyetinden kurtulmasına ve Protestanlığın kurulmasına yol açan dinsel bir harekettir. Birçok kaynakta, Anglikan kilisesi'nin bu yüzyıldaki reform hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olduğu açıklanmaktadır. Fakat İngiltere'de, reform bundan çok önceleri ortaya çıkmıştır. Hatta İngiltere’deki reform fikirleri, Avrupa'daki reform hareketlerinin öncüsü olmuştur. İngiltere'de John Wycliffe Reformun ilk temsilcisi olmuştur. Ondan sonra 16. yüzyılda Kraliçe Elizabeth'in ciddi gayretlerinin bir neticesi olarak Anglikan Kilisesi Katolik Kilisesi'nden tamamiyle ayrılmıştır. Bu yüzyıldan sonra Anglikan Kilisesi, benzerine az rastlanır ulusal bir kilise konumuna gelmiştir. Ortak Dua Kitabı hazırlanarak Tanrı tarafından seçilmiş bir millet ve kilise oluşturma gayreti içerisine girilmiştir. Birçok ülkede olduğu gibi İngiltere'de de reform kolay olmamıştır. Anglikan Kilisesi tarihinde bir çok zorlu dönem geçirilmiştir. Anglikan Kilisesi oluşumdan sonra misyoner kuruluşlar ve sömürgecilik faaliyetleri sonucunda dünyaya yayılmıştır.
Bu arada 8. Henry'den bahsetmemek olmaz.
*
Henry için “Rönesans Adamı” ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır. Eğlenceye düşkün bir yapıya sahip olup sarayda her gün balolar festivaller düzenlerdi. Özellikle 20’li ve 30’lu yaşlarında oldukça enerjik bir yapısı vardı. Lakin ilerleyen yaşlarında huysuz, çekilmez bir adama dönmüştü.
1536 senesinde altı karılı Henry'nin karılarından biri olan Anne Boleyn’in hamile olması şerefine sarayda bir festival düzenlenmiştir. Henry festivalde katıldığı mızrak dövüşünde attan düşerek bir bacağını yaralamış ve yaralı bacağı ona hayatının sonuna dek acı vermiştir. Başka bir neden de erkek evlada sahip olamadığı için hayattan istediği beklentiyi alamamıştı. Erkek evlat, bir kral için oldukça önem taşımaktadır. Henry ona sahip olamadığı için insanları sevmemeye, şüpheci ve oldukça zalim bir krala dönüşmüştü. Ayrıca genç yaşlarında oldukça enerjik olmasından da bahsettiğimiz üzere, yaşlanınca bunları yapamadığı için krizin eşiğindeydi özellikle yaralı olan bacağı yüzünden oldukça sevdiği at binmek, ava çıkmak dans etmek gibi aktiviteleri yapamamaya başlamıştı. Yalnızca tüm bu sebepler değil, özel hayatında da yolunda gitmeyen şeyler olduğu için Henry oldukça zor bir durumdaydı. Henry, erkek çocuk sahibi olmayı oldukça önemli buluyordu çünkü yakın geçmişte daha önce bir kadının ülkeyi yönettiğine şahit olmadığı için oldukça tereddütlü yaklaşıyordu. Ancak Katolik inancına göre boşanmak mümkün olmadığı ve ilk eşi Catherine’in oldukça önemli bir aileye mensup olması hasebiyle, boşanmanın gerçekleşmesi hiç de kolay olmamıştır. Henry, 1534 senesinde Katolik Roma Kilisesi ile yollarını ayırarak 1534 senesinde Angilikan Kilisesi’ni kurarak kendini de bu kilisenin başı olarak tayin etmiştir. Elbette bu kiliseyi kurmasının tek amacının karısından boşanmak olduğunu söylemek doğru bir ifade olmasa da kendi otoritesini Papa'yla paylaşmak istememesi de önemliydi.
İngiliz Anglikan Kilisesi ilk olarak 1534 yılında Katoliklikten ayrılsa da Kraliçe Mary 1553’te tahta geçtiğinde Katolikliğe geri döndü. Mary yönetimi altında, birçok Püriten sürgün cezasıyla karşı karşıya kaldı. 1558’de Kraliçe Elizabeth tahta geçti ve Katolik Kilisesi yeniden reddedildi; ancak Püritenler için bu durum yeterince iyi değildi.
1608’de bazı Püritenler İngiltere’den Hollanda’ya göç etmişti. 1620’de ise Mayflower bölgesinde Plymouth Kolonisi’ni kuracakları Amerika’daki Massachusetts’e göç ettiler. 1628 yılında başka bir Püriten grubu Massachusetts Körfezi Kolonisi’ni kurdu. Nihayetinde, Amerika’nın New England bölgesinde yayıldılar ve kendi kendini yöneten yeni kiliseler kurdular. Kiliseye tam anlamıyla üye olabilmek için Tanrı ile aralarındaki kişisel ilişkileri ifade etmek zorundaydılar; zira, kolonilere, yalnızca ‘tanrısal’ bir yaşam tarzı sergileyenlerin katılmasına izin veriliyordu.
İngiltere’de kalan Püritenler ise artan hoşnutsuzlukları nedeniyle isyan etti ve sonuç olarak, belirli dini uygulamaları içeren yasalara uymayı reddettikleri için yargılandılar. Bu etken, 1642’de kısmen dini özgürlükler konusunda bir mücadelenin sürdüğü ‘Parlamenterler’ ve ‘Kraliyetçiler’ arasındaki İngiliz İç Savaşı’nın da patlak vermesine yol açacaktı. Oliver Cromwell liderliğinde bu savaştan galip çıksalar da Püritenlerin etkileri gitgide azalacak ve İngiliz Kilisesi’nin etkisi altında güçlerini yitireceklerdi.
1600’lerin sonlarında ABD’nin Salem gibi bölgelerinde yaşanan ‘cadı avları’, Püritenlerin dini ve ahlaki inançları tarafından yönlendirildi. Ancak 17. yüzyıl içerisinde Püritenlerin ABD’deki kültürel gücü de yavaş yavaş azaldı. İlk nesil göçmenler öldükçe, çocukları ve torunları kiliseyle daha az bağlantılı hale geldi. 1689 yılına gelindiğinde, New Englandlıların çoğunluğu kendilerini Püriten yerine Protestan olarak görüyordu; bununlar birlikte, birçoğu Katolikliğe keskin bir şekilde karşıydı.
Amerika’daki dini hareket, sonunda birçok gruba (Quakerlar, Baptistler, Methodistler vb) ayrıldıkça, Püritenizm bir dinden çok bir yaşam felsefesine dönüştü. Özgüven, ahlaki sağlamlık, azim, siyasete mesafeli durma ve sade yaşama odaklanma gibi ögeleri temel alan bir yaşam biçimi haline geldi. Bu inançlar yavaş yavaş, ‘New England zihniyeti’ olarak adlandırılan, kısmen laik bir yaşam tarzına da zemin hazırladı.
DÜNÜ ANLAYAMADAN BUGÜNLERİ YORUMLAYAMAZ, GELECEĞE DE HAZIRLANAMAYIZ.
DÜN BUGÜNLERİN AYNASIDIR.
YARINLARIN YOL HARİTASIDIR.
İSRAİL NASIL MI KURULDU?
İngilizler ve Fransızlar ortadoğuyu işgal edince propagandaya başladılar. Araplara Türkler sizleri 500 yıl sömürdüler dediler. Şimdi de aynı söylemin hedefinde Kürtler var. Kürtler umarım Arapların yediği bu zokayı yutmazlar.
"Şu anda Türkler, gerekse Almanlar bizleri sadece para icin, zevk icin kendileri ile düşüp kalkan birer fahişe sanıyorlar.Bırakalım harbin sonuna kadar da öyle bilsinler..Harbin sonunda tarih,ellerinde silahı, tüfegi ve askeri bulunmayan bir milletin koca bir harbi nasıl kazandıgını görecek ve bütün dünya bize hayran kalacaktır.." der Sara Aaranson...
Birinci dünya savaşı esnasında kanal cephesinde savaşan ve ikinci meşrutiyet devrinin onemli uc paşasından biri olan Cemal Paşa'nın savaş doneminde yanına ve hatta yatağına kadar girebilmiş aslen musevi olan ve sadece musevilerin yaşayabilecegi bir ülke hayal eden,bu yüzden cihan harbinde ingilizlerin tarafını tutarak ingiliz istihbarat örgütüne calışan,güzelliği dillere destan casustan bahsedeceğiz bu kez.
Cihan harbi esnasında musevi kızları cephede savaşan subayların zaaflarından faydalanmayı iyi bilmiş ve bu sayede onların askeri planlarını gizlice calabilmiş ya da ağızlarından olası askeri harekatın bilgilerini alabilmişlerdi..
Sara'nın da görevi buydu..sadece diger musevi casuslara gore biraz daha tehlikeliydi..Cemal paşa'nın planlarını calarak en kısa zamanda telgraf veya kendi casus şebekesi ile ingiliz komutanlara ulaştırması gerekiyordu..
İngiliz casus Sara kendisine ve güzelliğine oldukca güvenen bir kadın,bu sayede Cemal paşa'nın dahi aklını başından alabilmişti..
Bugünkü İsrail' in kurulmasında ağabeyi aaron ve Lawrence ile anılan en büyük Nili kahramanlardan biridir.
Sara Aaranson, Osmanlı Yahudisi olarak Yafa şehri yakınlarında Yitron Yaakov’da yaşıyordu. Ağabeyi Aaron ile birlikte 1914 yılında NILI adındaki Yahudi casusluk örgütünü kurdular. Osmanlı ordusunun 1917 Gazze savaşlarında en hassas savaş planları SARA’nın casusluk örgütü tarafından elde edilip İngiltere’ye ulaştırıldı. Sara, casus güvercinin kanatları altına sakladığı belge yüzünden yakalandı, sorgulanırken intihar etti.
Sırları kendisi ile birlikte ortadan kayboldu. İngiliz gizli servis belgeleri açıklanırken Sara’nın fotoğrafı ve çalışmaları hakkında bilgiler de bulundu. -Çok sayıda Türk askerinin Filistin cephesinde ölümünden sorumlu Sara’nın hayat hikayesi ibretlerle dolu idi.
Hayatının baharında olmasına aldırmadan bakışlarını karşıya dikti. Kısa bir süre için durdu. ve yüzünde parlayan flaş ışıkları onun çehresini fotoğrafa yansıttı. Saçları kısa kesilmişti. Boynunu da örten beyaz gömleğinin çizgileri göbek hizasında giydiği manto ile tamamlanıyordu. Fotoğrafı çeken görevli portrenin alt kısmına FO Box 10521-Tallahassee FL-0521 yazısının üzerine rehmann P 156 yazmıştı.
Bu görüntü aslında FO olarak kodlanan İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivindeki İstihbarat dosyaları içinde onunla ilgili çok gizli bilgilerin yer aldığı dosyanın içindeki kod numarası idi. Fotoğraftaki kadının ismi de SARA AARANSON olarak yazılmıştı. İngiltere’nin I. Dünya Savaşı esnasında Filistin askeri operasyonlarında çok önemli görevi yerine getiren kadın elemanı…
Bir başka ifade ile İngiltere hesabına çalışan Yahudi NİLİ casusluk örgütünün lideri idi. Düşman olarak görülen Türk askerinin kontrolündeki Arabistan topraklarının Filistin, Kudüs, Suriye bölümündeki olaylar ile ilgili bilgileri derlemekle görevli idi.
Herkesin bir hikayesi var sözlerindeki düşünceyi doğrularcasına onun hakkında bilinenlerde yakın zamana kadar bir sır olarak saklandı. Ailesi 1880’li yılların başlarında Romanya’dan göç ederek Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarının kuzeyindeki Akdeniz’e de yakın Zichron Yaakov’a yerleşmişti. Yerleşim esnasında Avrupa’nın en zengin Yahudi ailesi Rotschild’dan maddi yardım almışlardı.
Her ne kadar Osmanlı Padişahı Abdülhamit, Filistin ve Kudüs Sancağı yöresine Yahudi göçünü yasaklamış olmasına rağmen. Bahçeli ve taş yapı villayı andırır güzel bir evleri vardı. Kardeşi Aaron Filistin topraklarında yaşayan ünlü bir botanik uzmanı idi. Veya öyle görünüyordu. Çöl toprağında veya vadi ardalarında sulak arazilerde tarım yapılması, bitki çeşitleri üzerine araştırmalar yapıyordu.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına girmesi ile birlikte şartlar birdenbire değişti. Çanakkale savaşyı tam bir hesaplaşma idi, Osmanlı ile İngiltere arasında. İngiltere ve ona bağlı ANZAC güçleri Kilidbahir saldırılarında başarılı olamamışlardı. Ama şimdi hem İngiltere ve hem de müttefik konumdaki Fransa gözlerini Arabistan topraklarına çevirmişlerdi.
Osmanlı’nın zayıf karnı burada idi. Epeydir yöredeki Arap kabile reislerinin çoğu para ile satın alınmış, el altından Osmanlı’ya isyan etmeye hazır bir durumda idiler. Her ne kadar Osmanlı’nın Şam’dan Hicaz’a (Medineye) kadar uzanan demiryolu hattı bulunsa ve yüzyıllardan beri de bölgeyi yönetse de halkın reisleri ile bütünleşemediği için dış müdahale ve savaş ortamında işi bir hayli zordu. Osmanlı’nın yöredeki lojistik, haberleşme ve ulaşım imkanları da sınırlı idi.
Ama ne olursa olsun Türk askerleri büyük bedel ödense de Hicaz bölgesi ve Kudüs’ü korumakta idi. Cemal Paşa kumandasındaki Osmanlı IV. Ordusu, merkezi Şam’da konuşlanmış, Yemen’den Sina Yarımadası ve Filistin’e, Bağdat’a kadar geniş bir alana asker sevki yapıyordu. İngilizlerin Asya’dan Akdeniz’e ulaşan stratejik ulaşım merkezi Mısır ve Süveyş’e yapılacak başarılı bir saldırı ile düşmanın güç durumda kalacağı hesaplanıyordu.
Osmanlı’nın Süveyş kanal harekatı 1915 yılı Ocak ayı içinde başlamış, kanal üzerine seyyar köprü kurma ve karşıya geçme çalışması hezimetle sonuçlanmıştı. 24 Temmuz 1916 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu Sina yarımladasını boşaltarak Filistin’in güney ucundaki el-Ariş’e çekilmişti.
Çadır kumplar kurulmuş, Şam ve Halep’ten devamlı yardım alınıyordu. Osmanlı ordusu içinde Avusturyalı askerler de vardı. Önemli kumandanlık görevlerinde Almanlar da bulunuyordu. 1917 yılı içinde Osmanlı ordusu Gazze –Birüssebi hattını tutmaya karar verdi. İngilizlerin iki kez Gazze üzerine yürümesi durduruldu. Düşmana ağır kayıplar verdirildi.
Ancak 1917 yılı Eylül ayı içinde Gazze sahillerine yaklaşan İngiliz savaş gemileri ağır silahların takviyesi ile cepheyi takviye etti. Bu arada beklenmeyen olaylar gelişti. İngiliz askerleri Osmanlı ordusunun savunma hatlarının en zayıf yerlerinden yarma harekatı yaparak ilerlemeye başladı.
Gazze düştü, arkasından da Birüssebi tehlike altına girdi. Osmanlı’nın savaş planları yaşanan hezimet ile çökmüştü. Gazze yakınlarında Yahudi yerleşim yerlerinden havalanan güvercinlerden bir tanesi havada vuruldu. Yere düştüğünde kanatlarının altında bağlı olarak şifreli yazıların bulunduğu belgeler bulundu.
Osmanlı Teşkilatı Mahsusa casusları yakalanan güvercinlerin havalandığı yerde araştırmalar yaptılar. Ve çok şaşırdılar. Osmanlı ordu karargahına sık sık ziyarete gelen ve kendisini Türk dostu olarak gösteren orta yaşlı alımlı ve güzel bir Yahudi kadın Sara’nın marifeti ile casus güvercinler havaya salıveriliyordu.
Sara’yı kıskıvrak yakalayan Türk casusları daha da şaşırdılar. Kısa süre önce Osmanlı Ordu kumandanı Cemal Paşa, ile karargahta kahve içerek derin sohbetler yapan bu kadından başkası değildi. Ekim 1917 içinde Türk casuslar Sara’yı konuşturmak için tutukladılar. Mensup olduğu örgüt arkadaşlarının isimlerini vermesi isteniyordu. Sara’nın gözü döndü. Konuşmamak için yutkundu.
Ve yapabileceği tek şey vardı: Sırlarını açıklamadan hayatı ile ödemek. Bulunduğu hücrede birkaç el silah sesi duyuldu. Yahudi asıllı Sara, inandığı dava uğruna görevini yerine getirmiş, yakalandığında da sırlarını açıklayamadan hayatına son vermişti. Sara’nın soruşturmasına katılan Türk casuslardan Cevat Rifat Bey, gördükleri ve duydukları karşısında şok oldu.
Osmanlı ordusu dıştan ve içten ihanetler içinde peş peşe yenilgiler almıştı. Ve 9 Aralık 1917 tarihinde Türk askerleri Kudüs cephesini de terk ederek daha kuzeye çekildiler. İngiliz kumandan General Allenbi, 11 Aralık günü yürüyerek Kudüs’e giriş yaptı. Türk ordusu Filistin cephesinde tarihinin en ağır yenilgilerinden birisini almıştı.
Sadece Gazze savaşları sonucunda asker kaynı 25.000 civarında idi. 10 bin asker de düşmana esir düşmüştü. General Allenbi ordusunun zafer kazanmasının sonuçları olarak 20’den fazla uçak, 20 milyon kurşun, 100 top, çok sayıda makineli tüfenk düşmanın eline geçmişti(1).
Osmanlı ordusu bozulurken birliğini terk eden askerlerin kaçmasına fırsat vermeden isyancı Arap ve karşı güçler tarafından sayısı belirsiz Türk askeri Arabistan çöllerinde, Filistin, Suriye topraklarında vahşice tuzağa düşürüldü, öldürüldü.
Gazze savaşlarının sonunda düşman taraf oldan İngiliz ordusu nasıl olmuştu da Osmanlı cephesini kolaylıkla yararak hedeflerine doğru ilerlemişti. Yıllar sonra İngiliz İstihbarat Örgütü belgelerinin bulunduğu F0 serisi dosyalar içinde Sara’nın dosyası aralandığı zaman acı gerçekler ortaya çıkıyordu.
Sara’nın emrinde çalışan çok sayıda kadın görev esnasında fahişelik de yaparak en gizli sırları elde etmişler, İngiliz general Allenbi’nin karargahına ulaştırmışlardı.
Bütün yaşananlar dikkate alındığında insan söylemeden edemiyor: Sara, Osmanlı ordu kumandanı Cemal Paşa ile karargahta sık sık görüşürken hangi ilişkilere girmişti! Ve neler elde etmişti!
Yaşananlar tarihin gündeminde bir sır olarak saklandı. Osmanlı askerlerinin yakaladığı casus güvercinlerin kanatları altında bulunan belgelerde hangi bilgilerin servisi yapılmıştı!
GEÇMİŞİ DEĞERLENDİRECEK OLURSAK...
Birinci Dünya Harbinde ve sonrasında, Araplar ile Türkler arasındaki kopukluk Batı’nın, büyük parçaları kolay yutması için küçük parçalara bölme eğilimi midir? Bunu bir iç sorun ve çözümünü de Osmanlı Devleti içinde görme imkânımız yok muydu? 3 kıtada 600 yılın üzerinde adil bir yönetimi yerleştiren bir Osmanlı Devleti gerçekten iddia edildiği gibi içindeki ayak oyunlarıyla mı parçalandı? Yoksa Şairlerin Sultanı Necip Fazıl Kısakürek,“Ulu Hakan II. Abdülhâmid Hân’ın anlaşılacağı gündür ki, Tanzimat’tan bugüne kadar gelen bütün sahte inkılâpların ve yalancı kahramanların içyüzleri görülecek ve tarihimizin ölüm virajı, kurtuluş istikametiyle beraber aydınlığa kavuşacaktır.”sözüyle bunu mu ifade ediyordu?
Daha henüz I.Dünya Savaşı çıkmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda büyük devletler; İngiltere, Fransa, Rusya gibi büyük devletler, evvela Osmanlı’yı nasıl parçalayacağız, sonra nasıl paylaşacağız? konusunda bir takım kararlara varmışlardı. Tarihte bu kararların bu anlaşmaların isimleri vardır.
Tam bu yıllarda bir devlet kurma temayülü ve çalışmaları içinde Yahudiler yani Siyonist teşkilatta, Filistin’de veya dünyanın herhangi bir yerinde arzuladıkları bir bölgede bir devlet kurma çalışmalarına başlamışlardır. İlk çalışmalar 1895 yıllarında BASEL de yapılmış olan Siyonizm Kongresinde alınmış bazı Siyonist kararlar vardır.
Bu kararlardan 22 maddenin mutlaka konuşaulması ve anlaşılması gerekir. Türk gençliğinin bu 22 maddeyi anlaması lazım; Çünkü hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında bu 22 madde hala yürürlüktedir.- Şimdi tabii harp başlar başlamaz iki kuruluş kuruluyor; bunlardan birisi 40 tane güzel Yahudi kızı Siyonistlerin emrinde çalışan İngiliz istihbaratına bağlı NİL teşkilatı altında bir istihbarat servisi kuruluyor. İkinci kuruluş ise SARA ARONSON adındaki kadın tarafından kuruluyor.
Ortadoğu’da yani I.dünya savaşında savaştığımız Süveyş kanalından tutun, Torosların yamacındaki dağlara kadar savaşlarda bu Yahudi teşkilat çok büyük bir rol oynamıştır. İddia ediyorum ki bu durum İmparatorluğun yıkılmasında en büyük nedendir. Çünkü orada Müslüman kardeşlerimizle de, Araplarla da bu anlaşmaların sağlanmasını bunlar sağlamışlardır. Böylece İngiliz ve Siyonist istihbaratlarının o bölgedeki Osmanlı ordularının yenik düşmesine vesile olmuşlardır. En son kalan Yıldırım kuvvetleri harekâtının başkanı olan Mustafa Kemal, orduyu Halep’e kadar getirmiş Halep’ten sonra da, bilindiği gibi Türkiye’ye gelmiştir. İmparatorluk o bölgede çökmüştür ve bu tarihte başlamış olan çalışmaların sonucunda 1948 yılında bilindiği gibi İsrail Devleti kurulmuştur.
Filistin’de çok kan aktı ve halen de akıyor. Hâlbuki ecdadımız, Sultan Selim Han’dan beri bu topraklarda 500 sene adaletle hükmetmiş ve insanların huzur içinde yaşamasına muvaffak olmuştu.
İngilizler I. Dünya Savaşı esnasında Fransızlar ile gizli anlaşmalar yapmış Osmanlı Devletini parçalara ayırmak istemişti. 1915 yılının Haziran ayında yapılan Sykes-Picot Anlaşması bunun bir delilidir. Aynı zamanda Kasım 1917’de Belford Deklârasyonu ile Filistin’de İsrail devletinin kurulması öngörülmüştü.
Bu amaçla İngilizler defalarca Filistin’e saldırdılar. 1. ve 2. Gazze Savaşlarında ağır yenilgi aldılar. Lâkin 31 Ekim 1917’de Bi’rüssebi’de Osmanlı Ordusunu yenmeyi başardılar. Bi’rüssebi’nin düşmesi ile birlikte Gazze her taraftan kuşatıldı ve teslim oldu. Bu savaşta Cephe Komutanı (Yıldırım Orduları Grubu) Alman Von Falkenhayn ve cephe komutanı Von Cress, 7. Ordu Komutanı General Fevzi (Çakmak) ve Bi’rüssebi’yi 3. Kolordu ve Komutanı Albay İsmet (İnönü) savunuyordu.
Başkomutanlık tarafından yenilgiden Von Cress sorumlu tutuldu. Fakat o da Albay İsmet’i suçluyordu. Evet, sorumluluk büyüktü zira 2. Gazze Savaşından sonraki beş aylık süre içinde tekrar saldırıya geçeceği bilinen İngilizlere karşı etkili bir savunma düzeni kurulamamıştı.
- Gazze Savaşından sonra 9 Aralık 1917’de Kudüs düştü. General Allenby komutasındaki İngilizler şehre girdiler. Bu tarihte Kudüs, farklı dinlere mensup milletler tarafından 34. defa el değiştirmiş oluyordu.
Bu tarihten itibaren Şeria’da Temmuz 1918’e kadar savaşlar devam etti ve İngilizler Lut Gölü ile Akdeniz kıyısındaki Yafa arasındaki sınır boyunca durduruldular. 19 Eylül 1918 tarihine kadar İngilizler yığınak yaptılar. Osmanlı Ordusunda ise komuta kademesi değişmişti. Yıldırım Ordular Komutanlığına Mareşal Liman Von Sanders atandı. Emrindeki 8. 7. ve 4. Orduların komutanlığına da sırasıyla General Cevat (Çobanlı), General Mustafa Kemal ve General Cemal (Mersinli) atandı. Mustafa Kemal’in 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez ataması yapılıyordu. Hasta olan General Fevzi’nin yerine 7 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu’ya Komutan yapılmıştı. Emrinde Albay İsmet’in komuta ettiği 3. Kolordu (1. ve 11. Tümenler), General Ali Fuat (Cebesoy)’un 20. Kolordusu (26. ve 53. Tümenler) bulunmaktaydı.
İngiliz Generali Allenby’nin savaş raporuna göre 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz saldırısı çok hızlı gelişmiş 25 Eylül’de Şam’a girilmişti. General Liman Von Sanders ve Ordu Komutanları çok acele ile cepheyi terk etmişler başsız kalan üç ordu, sadece 57 bini esir olmak üzere ağır kayıplar vermişti. Komutanlar Adana’ya gelmişler bozgunun faturasını birbiri üzerine atıyorlardı. Karşılarındaki Allenby’nin komutasında toplam 67 bin asker mevcuduna karşı böyle büyük bir bozgun yaşanmıştı.
İngilizler saldırıya geçmeden önce bir Müslüman Hintli Çavuş, Türk kıt'alarına sığınmış, İngiliz hazırlıklarını haber vermişti. Fakat gerekli tedbirler alınmamış, sığınan askerin aldatmak için gönderildiğini zannetmişlerdi. Türk savaş tarihinde böyle bir bozgun hiç yaşanmamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesine kadar geçen bu kısa süre içinde bütün Orta Doğudan ayrılmak zorunda kaldık. Suriye, Ürdün, Filistin ve Arabistan elden çıkmıştı.
Savaşın bu derece felâketle sonuçlanmasının bir sebebi de “ulus devlet” düşüncesi yatmaktaydı. Bazı komutanlara göre Türk askerinin ‘Arap çöllerinde ne işi var’dı? Bir an önce Toroslara çekilip ulus devlet kurulması için çalışmak gerekirdi.
Bu hamur çok su götürür, lâkin Filistin’den ayrılışımızın acıklı hikâyesi çok kısa olarak bu şekildedir. Neden ve nasıl böyle bir bozgun yaşanmış? Yeterince araştırılmamış olup tarihçilerin ilgisini beklemektedir. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Gazetesinde Armageddon yani Filistin Savaşı ile ilgili olarak ilginç tespitlerde bulunmuştur. “Dedektif X” ismi ile, İstiklal Savaşı esnasında Nafia Vekili olan ve bu savaşta Yıldırım Orduları Levazım Reisi olan Merzifonlu Miralay Ömer Lütfi Bey’e dayanarak, M. Kemal’in iki generale “Enver Paşa’nın idaresi orduyu ve vatanı her yerde felakete sürüklüyor! Bu vaziyetten kurtulmak için tek çare İngilizlerle anlaşmaktır! Başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır” diyerek İngiliz Komutan General Allenby ile anlaştığını söylemektedir. İddia vahimdir hem de tarihin örtülmeye ve gizlenmeye çalışılan bir bölümünü açığa çıkarmaktadır. Ne olmuştur da 7. Ordu Komutanı M. Kemal sağında ve solunda bulunan 8. Ve 4. Ordu’ya haber vermeden birdenbire Bisan istikametinde geri çekilmeye başlıyor?
İngiliz Kuvvetleri 42 gün süren harekât ile 550 km. ilerleyerek Kilis’e kadar geldiler. Günde 1.25 km hızla ilerleyen İngiliz Ordusu daha bir yıl önce Kut-ül Amare’de tarihlerinin en büyük bozgununu yaşamış değil miydi?
Önlerinde bir engel olmamasına rağmen Kilis önlerinde durmaları da ilginçtir. Çünkü bu sınıra ulaşır ulaşmaz Mondros Mütarekesi imzalanmış Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan Arabistan ve daha nice toprak parçası kaybedilmişti. Türklerin tarihinde bundan daha büyük bozgun yaşanmamıştır. Elbette bu bozgunun ardında “ihanet” olup olmadığı araştırılması zorunludur.
Resmi tarih belgelerinde Suriye’de yaşanan bozgundan hiç bahsedilmez. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmamıştır. Buna mukabil Yahudiler ile Müslümanlar arasında yaşandığı ifade edilen son büyük savaş “Armageddon” tarih kitaplarında sık sık yer almaktadır. El- Megiddo veya Nablus Savaşları ki sonuçta çok büyük bir toprak parçası kaybedilmiştir incelenmeli başarısızlığa sebep olan komutanlar tarih önünde yargılanmalıdır. Aksi takdirde şanlı bir millet ve milyonlarla gazi ve şehit, hiç de layık olmadıkları bir yenilgiyi sahiplenmek durumunda kalmaktadır.
“Cemal Paşa 4.Kolordu kumandanlığına getirilerek Toroslardan Yemen çöllerine kadar uzanan Osmanlı Coğrafyasında “Askeri umumi Vali” unvanı ile bölgenin adeta hükümdarı olmuştur.” Bu görevlendirilmenin altında yatan sebepler nelerdir?
Cemal Paşa hem savaşın aleyhindeydi, hem de savaş olması durumunda Osmanlı Devleti’nin Almanlardan ziyade Fransızların ve İngiltere’nin safında yer tutmasını isteyen bir adamdı, Kuruçeşme’deki Enver Paşa’nın yalısında savaşa girdik lafını duyar duymaz o da kendi kendini bir nevi tayin etti ve oraya gitti. Bütün maksadı Süveyş’e gidip bölgenin kontrolünü ele geçirmek idi. Hedefleri buydu – ve inanın bana İttihatçılar son derece dürüst insanlardı; fakat arkalarındaki Siyonist teşkilat onları yanlış yollara sürükledi ve bu yüzden savaşı kaybettiğimizi söyleyebilirim. Farkına sonradan varıldı, Talat Paşa da vatan haini değildir. Enver Paşa’da, Cemal Paşa da; ama hatalarıyla Osmanlı İmparatorluğunu çökertmişlerdir bunu inkâr etmek doğru değildir. Vatanperver olmak vatanı kurtarmak için kâfi değildir.
“Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı”
1897 yılında toplanan 1.Dünya Siyonizm Kongresi, Osmanlı Devleti’nin 1.Cihan Harbinde yenilmesinde ve yıkılmasında önemli rol oynamıştır.
İstihbarat servisleri zamanında Türk ordusunun aleyhinde çalışmışlardır ve ordunun içine karargâha kadar girmişlerdir. Topladıkları istihbarat sayesinde Osmanlı’nın yenilmesine sebeb olmuşlardır.
Bu protokolde (Siyon Protokolleri) aynen şu maddeler mevcuttur:
- Gelecek nesilleri, ahlâka aykırı, telkinlerle ifsat etmeli, bozup yozlaştırmalı.
- Aile hayatını yıkmalı.
- İnsanlara aşağı sınıflarla tahakküm etmeli, azınlıkları kışkırtıp üste çıkarmalı.
- Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalı.
- Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı.
- Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfiyatı teşvik etmeli, herkesi borçlandırmalı.
- Kalabalıkların vakitlerini, eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalı.
- Müfrit (aşırı) nazariyelerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalı.
- Umumi hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, içtimai (sosyal) sınıflar arasına kin ve itimatsızlık sokulmalı.
- Aristokratlara müthiş vergiler koyarak, onlar bunaltılmalı.
- Mal sahipleri ile işçilerin arasını bozmalı, grevler sabotajlar tertip ettirilmeli, düşmanlıklar yaygınlaştırılmalı.
- Yüksek tabakanın manevî kuvvetini, her çareye başvurarak kırmalı.
- Sanayinin, ziraatı ezmesine imkân verilmeli, böylece köylü sınıfı ortadan kaldırılmalı.
- Saçma nazariyeleri ortaya atarak, halkı gayr-i kabili tatbik (yani uygulanması imkânsız) yollara sevk etmeli, boş hayallerle oyalamalı.
- Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalı.
- Beynelmilel (uluslararası) meseleler ihdas ederek, milletler arasına kin ve nefret tohumları serpmeli, savaşlar çıkartılmalı.
17- Milletlerin mukaddesatını, tahsil ve terbiyeden mahrum kimselerin ellerine teslim ettirmeli, hainler iktidara taşınmalı.
- Bütün hükümet şekillerini değiştirmeli, devlet sırlarını ifşa edip açığa çıkarmalı.
- Meşru hükümet tarzlarından, gizli bir istibdada gitmeli, buna demokrasi kılıfı takılmalı
- Siyasî, iktisadî buhranlar oluşturulmalı.
- Millî istikrarı bozmalı, spekülasyonlara, enflasyonlara yol açmalı, altını mahdud ellerde toplamalı, muazzam sermayeleri felce uğratmalı.
- Hükümetlerin ölümlerini hazırlamalı, insanlığı elem, ızdırab ve yoksulluk içine atmalı.
EN BÜYÜK GÜÇ GÖRÜNMEYEN GÜÇTÜR. SİYONİST GÜCÜ GÖRÜNMEYEN BİR GÜÇTÜR.
Bunların planları; NİL’den başlar Fırat’ta biter denilir. Yani bizim Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri üzerinde birtakım emelleri söz konusudur. Bundan dolayı dış politikamızda bilgili, sabırlı ve tecrübeli olmamız gerekmektedir.
İHANETLER CEZASIZ KALMAZ!
Birinci Dünya Harbi’ni müteakip Müslümanlar arasına nifak ve düşmanlık sokan binlerce Müslüman’ın katline yol açanların çok feci bir şekilde öldürüldüklerini tarih yazmaktadır. Olayı üç cepheden de incelersek;
Birincisi Araplardan İhanet edenler; Osmanlı İmparatorluğu paylaşılmaya başlanmıştı. Fransızlar, Suriye ile Lübnan’ı istiyordu. Böylece Faysal ilk darbeyi yiyerek, Suriye’den uzaklaştırılmış, İngilizler kendisini Irak’a tayin etmişlerdi. Şerif El Hüseyin ise bir müddet Hicaz Krallığı’nda oturmuş, fakat kısa bir müddet sonra da İngilizler, Necef’te bulunan İbni Suud’u onun üzerine göndermiş ve İbni Suud Hicaz Kralı olmuştu. Şerif El Hüseyin canını zorla kurtarmış, sürgün cezası ile Kıbrıs’a gönderilmişti. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Bern’de zehirlenerek öldürülmüştü. Onun yerine geçen oğlu Gazi ise Irak’ta otomobil kazası düzenlenerek suikasta kurban gitmişti. Gazi’nin oğlu yani Faysal’ın torunu İkinci Faysal’ın ise Nuri El Said Paşa ile birlikte Irak İhtilali’nde nasıl parçalandığına tüm dünya şahid olmuştur. Bu İhtilalde Faysal’ın ailesine mensup herkes, çoluk-çocuk-kadın-erkek-genç-ihtiyar ayırt etmeksizin herkes öldürülmüştü.
İkincisi; İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerine gelince; Maalesef Osmanlı’yı harbe sokan ve binlerce Mehmedçiğin mezarını hazırlayan bu teşekkülün bütün ileri gelenleri peyderpey öldürülmüştür. Cemal Paşa, Talat ve Enver Paşa ile birlikte bir gece Alman Denizaltısı ile ikin Rusya’ya, oradan da Almanya’ya kaçmışlardı. Birkaç yıl gurbet elde dolaşan bu üç paşadan Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni kurşunu ile yere serilirken, Cemal Paşa’da 1922’de Tiflis’te bir gece yarısı bir başka Ermeni komitacının kurşunu ile can vermişti. Enver paşa ile birlikte Rusya’da ve Afganistan’da uzun süre maceralı bir hayat süren Cemal Paşa’nın ölümünü müteakip Enver Paşa’da Bolşevik kurşunu ile öldürülmüştü.
Üçüncüsü ise; Türkleri arkadan vuran Museviler…Sara’nın feci bir şekilde intihar etmiş olduğunu kitabımda yazdım. Sara’nın intiharından sonra Kudüs düşmüş ve böylece Sara’nın iki kardeşi Aaron ve Alexi Filistin’e dönmüşlerdi. Aaron Londra’ya, yapılacak olan bir konferansa Musevilerin temsilcisi olarak giderken uçak düşmüş ve parçalanarak ölmüştü. Alexi, Filistin’e gelen Musevi göçmenlerinden bir grubu uzakta demirlemiş olan bir vapurdan Hayfa sahiline motorla getiriken, motor fırtınaya yakalanarak batmış ve 65 kişi ile birlikte kendisi de ölmüştür. Sara’nın annesi de Cemal Paşa tarafından Filistin’deki Musevilerin tahliyesi sırasında kendisini trenden atarak intihar etmiştir. İngiliz casusu Lawrance ise motorsiklet kazasında feci şekilde beyni parçalanarak can vermiştir.
Bir milletin kaderi ile oynayanların, bir milletin kaderini feci duruma sokanların, bir milleti toptan öldürmek isteyenlerin acı hatıralarıdır bunlar. Bir avuç insanın ihaneti ve bir avuç idarecinin hataları ile milyonlarca insanın nasıl öldüğünü, kahraman Mehmetçiğin Arap çöllerinde nasıl şehid edildiğini ve koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığını okurken acı duyacaksınız.
KUDÜS HAK EDENLERİNDİR!
“Orduların Rabbi şöyle diyor: Şimdi git, Ameleki vur, ve onların her şeylerini tamamen yok et, ve onları esirgeme, ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”
(Tevrat. 1. Samuel 15/2-4)
“Allahın RABBİN miras olarak sana vermekte olduğu bu kavmların şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ barıkmayacaksın.”
(Tevrat. Tesniye 20/16)
Her geçen gün İsrail'in çocuk ve kadınlara yönelik katliamları artıyor. Bunun yerleşim birimlerini bombalamanın sonucu vuku bulan "çocuk ve kadın katliamı" ötesinde bir düşünce ve anlama sahip olduğuna ilişkin kuvvetli belirtiler var.
İsrail'e göre zaten "Filistin toprakları üzerinde bir halk (insanlar)" yaşamıyor; "Tanrı'nın seçilmiş kavmine vaat ettiği topraklar" kendilerine "Filistinli Arap" ismi verilen insan-altı yaratıklar, bir tür "haşerat" yaşıyor. Şaz Partisi lideri, "Bunları böcek gibi ezmeliyiz, üzerlerine nükleer bomba atalım." demişti. Fakat dahası Filistinlilerin ebediyen "terörist" oldukları yolundaki temel inançtır. Siyonist propagandası, her ne vesile ile olursa olsun, her anıldığında "Filistinli" ile "terör ve terörizmi" yan yana getirmeyi başarmış bulunuyor. Böyle olunca Filistinli analar "anadan terörist" doğuruyorlar. Başka bir ifadeyle bugünün bebeği/çocuğu 10-15 sene sonrasının "teröristi"dir. Bu durumda yarın İsrail'in karşısına elinde taş veya sapanla çıkacağına Filistinli bebeği bugün öldürmekten daha doğal ne olabilir!
Peki Yahudilerin Müslümanlarla derdi nedir?
Efendimiz Hz. Muhammed Kureyş’tendi ve Arap yarımadasında yaşadı. Bugün Say (Safa ile Merve arasında hızlı yürüme) yapılan ritüel, Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu Hz. İsmail zamanına dayanmaktadır. Yani Hz. İbrahim eşi Hacer’i Kabe’nin yakınlarına bırakmış ve Hacer de oğlu Hz. İsmail ile orada hayatlarının bir bölümünü devam ettirmişlerdir.
Peygamberler silsilesini devam ettirdiğimizde Hz. Musa ve sonrasında Hz. Davut gelmektedir.
Hz. Davut’un Calut ile savaşı ayetlerde de geçmektedir. ‚Böylece onları, Allah’ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davud Calut’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.’ (Bakara, 251)
Calut ya da diğer adıyla Golyat, kafir bir topluluktandır. Ama aynı zaman aralığında Filistin’de yaşayan insanlar vardır ve bu insanlara antik Filistinliler adı verilir. Köken olarak Girit taraflarından olan bu topluluk o yöreye adlarını vermişlerdir. Yani Filistin’de savaş tarih kadar eski.
Filistin ise, Kudüs Hz. Ömer zamanında fethedildi. Peki ondan önce orada kimler vardı?
Peygamberler tarihinden bildiğimiz üzere orada yaşayanlar İsrailoğulları, yani Yahudiler. Müslümanların fethinden önce Kudüs birçok devlet tarafından hakimiyet altına alındı.
M.Ö. 15. Yy’a kadar geri gittiğimizde Kudüs’ün Mısırlı Firavunlar tarafından ele geçirildiği bilgisine ulaşırız. Onlardan sonra Büyük İskender, daha sonra Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde kaldı Kudüs. 636’da Müslümanlar (Hz. Ömer dönemi) Kudüs’ü fethettiğinde şehir bir hristiyan yani haçlı şehri idi.
Kudüs’de en eski yerleşenler, yani Yahudiler bu haçlı döneminde nerede idiler?
Yahudiler işte bu dönemde Hristiyanlar tarafından sürekli eziyet içinde sürgünden sürgüne gönderilmişlerdi.
Hz. Ömer Dönemi’nden sonra Kudüs tekrar 1187 de Selahaddin Eyyubi tarafından haçlıların elinden alındı. .
Daha sonra da 1516 yılında Osmanlı Dönemi başlar ve bu dönem 400 yıl devam eder.
1917 yılında Kudüs İngilizlerin hakimiyetine geçer. 1948 yılında da İsrail devleti kurulur. Arada geçen zamanda Yahudiler o bölgeye gökten indirilmediler. Öncelikli olarak Yahudiler araziler satın alarak oraya yerleştiler. Bu satışlar genellikle Filistinli Arapların gönül rızasıyla gerçekleşmiştir. Arapların Osmanlıya karşı kışkırtılmaları gerçeğini de unutmayalım.
Ve o gün bu gündür sorun/kavga devam ediyor.
Kudüs ile ilgili hakimiyet sorununa salt yerleşen milletler noktasından baktığımızda durum bir hayli karışık. Çünkü ilk yerleşenler Yahudiler, sonrasında gelen Hristiyanlar ve sonrasında gelen Müslümanlar.Şimdi ise Hristiyanların desteğinde yine Yahudiler. Siyonist Yahudiler.
Yerleşik halk yani bugünkü Filistinli Araplar ne zamandır orada yaşayan halk, bu da tam net değil. Belki Hz. Ömer zamanından, belki daha önceden..
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da şu:1948 yılında kurulan İsrail için, orayı ele geçirdi mantığıyla bakarsak, tarihte güçlü olan her devlet orayı ele geçirmek için çaba sarfetmiştir. Hz. Ömer’in orayı fethetmesi de aslında güçle yani savaşla gerçekleşmiştir. Yani Kudüs hep hakedenlerin olmuştur, güçlünün olmuştur.
Müslümanlarla Yahudilerin arasındaki kanlı bıçaklı olma durumuna dini yönden ve ayetler açısından bakacak olursak:
De ki: “Ey Yahudi olanlar, eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah’ın velileri (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden yapın).” (Cuma, 6)
Bu ayete bakarak, Yahudilerin dinlerini bozduklarını dile getirebiliriz. Sadece kendilerinin Allah’ın sevgili kulları olduklarını vurguladıklarını okuruz.
Peki ya bugünkü müslümanların durumu?
Bugünün müslümanları da, gerçekten müslüman mı değil mi diye bakılmadan, (ve hatta cennetin anahtarı onlarda imiş gibi) sadece kendilerini Mutlak Yaratıcı Rab’in sevgili kulları gibi görmüyorlar mı?
"Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez." (Maide, 51)
Bu ayet sürekli söylenir de... "Onları dost edinmeyin." Burada geçen ibare ‘veli’dir. Yani velayet, yani kendi adına temsilci atamak. Yani güvenle kendi adına karar verme yetkisini verme.
Peki bugünün biz müslümanları ne kadar güven telkin etmekteyiz?
"Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar… Onlara acı bir azabı müjdele." (Tevbe, 34)
Yahudi bilginlerinin hali anlatılmakta. Bugün müslüman bilginler, İslami grupların başında olanlar peki ne durumdalar?
Bugünkü İslami gruplara, tarikatlara ve liderlerine bir göz atalım, bakalım kaç tanesi bu ayete uyuyor?
Diğer önemli bir din-bilimsel tespit de şöyle:
Kuran, daha önceki dinleri ve dinlere inananların hallerini örneklerle göstermiş ve böyle olmayın demiş.
Acaba bugünkü müslümanlar, kendilerine gönderilen dinin (İslam’ın) ne kadarını bozmadan yaşamaktalar? Ayetleri bozamıyorlar ancak manalarını ne kadar algılıyorlar ve hayatın içinde doğru şekliyle ne kadar yaşıyorlar? Müslüman olup birçok kötülük yapan insan sayısı kaçtır?
Güven, fesat çıkarma, sözüne güvenme gibi konularda Yahudileri suçlayan müslümanlar, acaba kendileri ne durumdalar?
PEKİ SİYONİST NEDEN ÖLDÜRÜR?
Siyonizm 19.yy sonlarında Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl(1860-1904) tarafından ortaya atıldı. Hareketin önderliğini yapan Yahudilerin hiçbiri dindar değildi; hatta aralarında pek çok ateist de vardı. Ama ortaya atılmakla kalmadı, Yahudi camiası tarafından da kabul gördü. Siyonizm büyük devletlerin yönetici kadrolarında kendisine önemli destekler buldu.Herzl’in 1896 yılında yazdığı kitabı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) ve 1897 yılında yazdığı, Die Welt(Dünya) gazetesi, 1897 yılında Basel’de toplanan 1.Dünya Siyonist kongresi’nde savunulan düşüncelerin kaynağı oldu. Herzl için Siyonizm’in babası desek, herhalde yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Yahudiler MS. 71’de Romalılar tarafından yurtlarından çıkarıldılar. Ve bu yüzden Kudüs’e dönme hayaliyle yaşadılar. XIX.yy’daki “ulusların uyanışı” Yahudi ulusçuluğunun canlanması için elverişli koşullardan biriydi; 1881’den sonra, Rusya’daki Yahudi kırımının artması bunu hızlandırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından Siyonist hareket, ana hedefi olan Yahudileri Filistin’e yerleştirme projesini hızla hayata geçirdi. Bir tertip savaş olan II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin soykırımına maruz kalan Yahudilerin de Siyonistler tarafından büyük kafileler halinde Filistin’e götürülmesi ile birlikte, Siyonistler hedeflerine bir adım daha yaklaşmış oldular. Siyonistler, Yahudilerin hayatlarını, kendilerinin devam eden çekişmelerine kurban etmişlerdir. Bağımsız bir devlet olma hedeflerini gerçekleştirmek için, Siyonistler Anti-semitizmi daima planlı olarak kışkırttılar. 2. Dünya Savaşı boyunca, Siyonistler, Yahudileri kurtarmak için para vermeye karşı çıktılar. Siyonist lider Yitzhak Greenbaum 18 Şubat 1943’te Tel-Aviv’de yaptığı bir konuşmasında, şöyle söylemiştir: “Birisi, Siyonist faaliyetleri ikinci derece öneme sahip olmaya iten bu dalgaya karşı gelmelidir.”. Ayrıca şunu da söylemiştir: “Filistin’deki bir inek, bütün Avrupalı Yahudilerden daha önemlidir.” Önem verdikleri şey Yahudileri kurtarmak değildi, aksine, daha çok Yahudi kanı dökülmesi, devletlerinin kurulması için olan taleplerini güçlendirecekti. Sloganları “Rak B’Dam” idi. (Sadece kanla ülkeye sahip olacağız.)
Neturei Karta, yani Siyonizmi kabul etmeyen ve Siyonist devleti tanımayı reddeden Ortodoks Yahudi birliği diyor ki; " Dünya bilsin ki, Yahudi olmak, kendini Tevrat’a adamayı ve Siyonist hurafeyi reddetmeyi ifade eder. Siyonist devletin içinde Yahudiler de dini baskı ve hoşgörüsüzlüğe maruz kalıyorlar. Yahudi dinini yıkmayı hedefleyen Siyonist plana paralel olarak, atalarımıza ait mezarlar yok edildi ve mukaddesata saygısızlık edildi.
Siyonistler dini kurallara itaat etmeyi savunsalar bile, kurulacak devlet yine de ateist bir devlet olacaktır. Siyonist politikacılar ve onlarla birlikte aynı yolda gidenler, Yahudi halkı adına konuşmuyorlar. İsrail ismi onlar tarafından çalınmıştır. Aslında, Yahudi geleneğine ve şeriatına karşı yapılan Siyonist komplo, Siyonizmi, bütün faaliyetlerini ve varlığını, Yahudi halkının en büyük düşmanı yapmaktadır. Siyonistler gelene kadar, Yahudiler Filistinlilerle birlikte Filistin’de barış ve uyum içinde yaşadılar. Gerçek Yahudiler sadece Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin günlük zulüm ve cinayetle işgaline karşı çıkmakla kalmamakta, aynı zamanda Filistin toprağının tamamının işgaline de karşı çıkmaktadırlar.
Tevrat’a göre, Filistin’in tamamı Filistinlilere geri verilmelidir ve işgal altındaki diğer bölgeler de kanuni sahiplerine de geri verilmelidir. TEVRAT’A GÖRE, YAHUDİLER’IN KAN DÖKMEYE, BAŞKA BİR HALKA ZARAR VERMEYE, ONLARI AŞAĞILAMAYA VEYA ONLARI YÖNETMEYE İZİNLERİ YOKTUR. Allah bizden “bir devletin tesis edilmesi için insan gücü kullanmamamızı, uluslara karşı isyan etmememizi, sadık vatandaşlar olarak kalmamızı, zamanından önce sürgünü terk etmememizi” istedi. Bütün uluslar tarafından toprak bize verilse bile, onu kabul etmemize izin yoktur."
Siyonizm, 19. yüzyılda ortaya çıktı. 19. yüzyıl Avrupası’nın iki belirgin karakteri, Siyonizmi de etkilemişti: Irkçılık ve sömürgecilik. Siyonizmin bir diğer belirgin özelliği ise, dönemin diğer ideolojileri gibi din-dışı bir ideoloji olmasıydı. Siyonizm’in fikri öncülüğünü yapan Yahudiler, dini inançları çok zayıf kimselerdi. Hatta çoğu ateistti. Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Yahudilerin Avrupalı milletlerden ayrı bir ırk olduğu, onlarla birlikte yaşamalarının mümkün olmadığı, mutlaka kendilerine has ayrı bir yurt edinmelerinin şart olduğu iddiasıyla ortaya çıktılar. Filistin’i seçmelerinin nedeni dini değil, tarihseldi.
Siyonizm, Ortadoğu’ya girdiği günden itibaren, bölgeye çatışma ve acı getirdi. İki dünya savaşı arasındaki dönemde, Siyonist terör örgütleri, önce Osmanlıya karşı sonra da Araplara karşı kanlı saldırılar düzenlediler. 1948’de İsrail’in kurulmasının ardından da, Siyonizmin yayılmacı stratejisi, Ortadoğu’yu kaosa sürükledi. Bu zulmü gerçekleştiren Siyonizmin çıkış noktası, Yahudi dini değil, 19. yüzyıldan miras kalma ırkçı, sömürgeci ve Sosyal Darwinist ideolojiydi. İnsanlar arasında daimi bir çatışma olması gerektiğini savunan, “güçlüler kazanır, zayıflar yok olur” felsefesini empoze eden Sosyal Darwinizm, Alman milletini Nazizme sürüklediği gibi, Yahudileri de Siyonizme sürükledi.
Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, 1887 yılındaki bir konuşmasında “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na. Sloganımız, David ve Solomon’un Filistin’i olacaktır.” demişti. Bu durumda Fırat nehrinin çıktığı Erzurum ve Kapadokya’nın merkezindeki Nevşehir sınır olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizle Akdeniz ve İç Anadolu Bölgelerimizin bir bölümü de Siyonistlerin nihai hedefleri arasında bulunuyor.
İsrail Devletinin kurucusu David Ben Gurion’da 1948 yılındaki bir konuşmasında “Filistin’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının,gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken bir iş daha vardır. Nil’den Fırat’a kadar.” demiştir.
Sultan Abdülhamid Han’dan Filistin topraklarını satın alma cüretinde bulunan yahudilere,siyonizm tehlikesini farkederek “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır.” diyerek karşı çıkmıştır..
Bugün Filistin’de uygulanan soykırımın,Irak’ın,Afganistan’ın işgalinin altında yatan nedenlerin başında siyonizm politikası gelmektedir...
Uzun sözün kısası, inandığımız şekilde yaşamadığımız için yaşadığımız şekilde inanmaya başladık.
DİYORUM Kİ, HÜRRİYET! ADALET! EŞİTLİK! KARDEŞLİK!
KUDÜS FİİLİ İŞGAL ALTINDAYKEN...
MEKKE ZALİMLERİN ESARETİNDEYKEN!...
İSTANBUL KÜLTÜREL İŞGALDEYKEN...
EY DÜŞMANIM DİRİ TUT BİZİ!
SİZ HİÇ BEBEK ÖLDÜRDÜNÜZ MÜ?
Hani andavallılarını kandırmak için rüyasında efendimizi görüpte güya kendisinden aldığı talimatları bu salak kitleye aktaran kardinal efendinin herzeleri bitmek bilmiyor.
Rüya hadisesi ise malum. Aktaranın ifadesi doğrultusunda kabul edilegelen bir olgudur. Bilimsel olarak, laboratuar sonuçlarıyla ispatlanagelen bir şey de değildir. Bütün insanlık kahir ekseriye rüya gördüğü için varlığı da tartışılmazdır. Ayrıca rüya yorumculuğu şarlatanlığa en yatkın iştigallerden biridir. Biz yinede bu hususta rahmani ve şeytani hem rüyanın hem de yorumunun olduğunu söyleyelim; Kuranda adı geçen Yusuf kıssasını hatırlatarak...
Böylesi bir girişten sonra bende dün gece gördüğüm rüyamı paylaşmak istiyorum.
Bulutlar üstündeyim. Güya ölmüşüm. Şaşkınca neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir anda bir bebek karşıma çıktı. Beyazlar içindeydi. Omuzlarının arkasında duran bir çift kanat dikkatimi çekti.
Hoş geldin amca dedi. Bebekçe konuşuyordu. Biz büyükler hatırlamayız belki ama bebeklerin bir dili vardır. Kendi aralarında bir diğer adı aguşça olan bu dili kullanırlar. Hatırladım birden bu dili. Bende cevap verdim aguşçayla; hoş buldum evladım.
Ben dedi. Aylan bebek. Hatırlar mısın Bodrum sahillerine cansız bedeni vuran suriyeli bebek.
Dedim, "nasıl unuturum seni Aylan." Utanarak cevapladım. "Dedi" amca. "Dünyadaki sınavın bitti. Biz bebekler karşılarız dünyadan gelen yetişkinleri. Önce bizimle burada hesaplaşmalısınız, helalleşmelisiniz. Sonra diğer sorgulamalarınız için ilgili birimlere geçersiniz." "Nasıl" dedi, "sızılı vicdanınla mı geldin buraya, onu yoklamaya geldim?"
Sonra tuttu elimden, çekiştirerek büyük bir cam kapının olduğu bir yere doğru sürüklemeye başladı. Buz gibiydi elleri. Tıpkı çaresiz bedeni sahile vurduğu andaki soğuklukta.
Cam kapıyı geçtiğimizde yine bembeyazlığın hakim olduğu büyük bir salona geçtik. İçerisi çocuk doluydu. İçeri bizim girmemizle birlikte bütün dikkatler bize odaklandı. Yavaş yavaş etrafımıza birikmeye başladılar.
Dedi aylan bebek. "Burada, bu salonda büyüklerin zalimlikleri,bencillikleri yüzünden hayatlarına veda eden çocuklar bulunmakta. Şimdi her bir çocuğa dünyadaki hayatında vurdumduymazlığının, sorumsuzlıuğunun neticesi ölümlerinden dolayı hesabını vereceksin. Bizden sonra ayrıca yeryüzünde imha ettiğiniz, eziyet ettiğiniz diğer bitkilerin ve hayvanların hesabını vermeye yan salona geçeceksin. Seni o duruşma, helalleşme salonuna hamamböceği karakafa götürecek."
Şoktaydım. Ya rabbim bu nasıl birşey bu? Rüyada mıyım, gerçekten öldüm mü?
Aylan bebek konuşmasını sürdürürken çocuklar adeta askeri bir nizam içinde sıralanmaya, kümelenmeye başladılar.
Dedi, Aylan bebek. " Amca biliyoruz senin çocuklar ve gençler için nasıl mücadeleler verdiğini. Ama yaptığın bu mücadeleler bile senin aklanmana yetmez."
Küçük elinin işaret parmağı ile bir grup çocuğun olduğu bölümü işaret etti.
"Buradaki arkadaşlar, gayrimeşru ilişkiler yüzünden anne karnında öldürülen...kürtajla katledilen çocuklar. Ki bir kısmını siz büyükler onların ölü bedenlerini kozmetik sanayiinde kullandınız."
Konuşurken sürekli parmağıyla bir grubu işaret ediyordu. Buradaki çocukların sayısı toplam sayısı milyarlarcaydı.
"Bunlar savaş mağduru çocuklar!"
"Bunlar sarhoş kafa ile kullandığınız arabalarınızla yaptığınız trafik kazaları neticesinde ölen çocuklar."
"Bunlar uyuşturucu mağdurları..."
"Bunlar aşağılık nefsiniz için cinsel azgınlığınız için harcadığınız çocuklar."
"Bunlar suçlarınızı örtmek adına cinayete mahkum bıraktıklarınız..."
"Bunlar kültürel yozlaşmanız neticesinde imansız bırakıp ta intiharla buraya gelenler."
"Bunlar hastalıklı ruhlarınız ve cehaletinizle beslediğiniz için arkadaş kurbanı olanlar..."
"Anne baba çatışması ile arada kalan sonrada başka mecralarda huzuru ararken teröristlere kaptırdıklarınız..."
"Bunlar organ mafyasından arta kalanlar"
"Bunlar gıda teörü ile beslerken zehirleyipte küçük yaşta yakalandıkları amansız hastalıktan ölenler."
"Okul servislerinde unutulup ölenler, sizin ihmallerlerinizle çıkan yangında kavrulanlar, boğulanlar..."
"Harcadıklarınız burda. Bir de ölümüne sebep olduğunuzdan öteye...ölümlerine sessiz kaldığınız için ölenler..."
"Ahmak eğitim sistemlerinizle rablerine isyan eden nesiller yetiştirdiniz ya...İşte o gerizekalı eğitim sisteminizin suça itelediği çocuklar...Hırsızlık yaparken, suç işlerken ölüp gidiverenler..."
"Bütün bu çocukları kandırdınız. Hem de şaşaalı sloganlar eşliğinde. Halbuki ensest mağduru bir gençlik yetiştirdiniz. Lgbti gibi sapık yapılanmalara teslim ettiniz. Deist yaptınız. Uyuşturucu mağduru oldular. Teröre bulaştılar. Ahmakça çıkan savaşlarda kıyıma uğrattınız. Adeta bir çocuk soykırımı yaptınız. Ergen olmadan ölenler zaten cennetlikler. Peki günahlarına sebep olduğunuz gençler?"
Tarumar olmuştum. Ağlasam belki bir nebze rahatlayacaktım. Soluğum kesilmişti, sanki Alyan bebeğin denizde son nefesini verirken ki halindeydim. Bu nasıl bir rüyaydı? Kabus olmalıydı!
Alyan bebeğin son sözleriyle rüyamdan uyandım:
"Fehmi amca, hesaplaşmaya hazır mısın? Helalleşmeye..."
CESARETİ OLAN OKUSUN!
Dün gece, gece namazına kalktım. Aldığım abdestle uykum açılmıştı. Aklıma Lut Kavmi geldi. Kavim lanete uğradığında binlerce insan gece namazına kalkmışlardı. Onlarda lanetten paylarını aldılar. Çünkü kötülüğe arkasını dönmüş bir topluluk olmuşlardı. Hepi topu melaneti işleyen güruh 33 kişiydiler.
Namazın son rekatında, gecenin o saatinde telefonum ısrarla acı acı çaldı. Hayrdır inşaallah derken namazımı selamladım. Duamı yarım yamalak yaparken telefona kimin aradığına bakmaksızın alo dedim.
"Seninle konuşmalıyım, konu bu kadar önemli olmasa bu saatte seni rahatsız etmezdim."
Arayan Amerikanya’nın başkanıydı.
"Kudüs meselesine mecbur kaldım. Bizim Amerikan seçimlerini hatırlarsan bir Pizza Gate skandalı yaşanmıştı. Dünya medyası bu konuyu görmezden geldi. Başımı almaya azmetmiş siyonistlere karşı bir evangelik olarak bu tavizi vermek durumunda kaldım. Ki zaten İngilizler Kudüsü sizden 100 yıl önce almıştı. Sizin kanınız donmuşsa ben ne yapabilirm, Fehmicim" dedi.
"Sıkı takibat altındayım. Mail adresine wetransferden bir video dosyası gönderdim. İzlersen beni daha iyi anlarsın. Bir de Müslümanlara söyle, bana küfrederek Kudüs'ü geri alamazsınız. Zaten bu olayı unutturmak için yakın zamanda uygulayacağımız bir iki sansosyonel olayla medyayı yönlendireceğiz. Balık hafızanız olduğu sürece bu gibi olaylarla sizleri işgal etmeye devam edeceğiz. Bakın misal, Kudüs için eylem yapan gençlerinize. Hepsinin göğsünde Amerikan-İngiliz bayraklı tşörtler. İngilizce yazılı desenler...Siz bence öncelikli olarak Kudüs’ü değil imanınızı kurtarın. Evlatlarınızı...Evlerinizi...Sokaklarınızı...Bir şekilde Kudüs’ü nasılsa geri alacaksınız. Bu tarih boyu hep böyleydi. Ha bu arada benim kripto bir Müslüman olduğumu sakın kimseye söyleme. Prens Charles ve ben...Kimse bilmemeli. Obama yavşağı sizi aldattı, Barack Husseın diyerekten...Sizde biraz uyanık olun kardeşim."
FED den bahsetti uzun uzun. Dünyanın yeni bir Yalta Konferesyonuna yolaldığından. Tek dünyanın devletinin, dininin, dilinin, cinsiyetinin bir olması gerektiğinden. Kurulacak yeni Batı konfederasyonundan. Geveze en az bir saat konuştu. Merak ediyordum, gönderdiği maili. Bir an önce konuşması bitsin diye dua faslına geçtim içimden.
Telefonu bir süre sonra kapattığım gibi geçtim bilgisayarın başına. Başkan’ın gönderdiği maili açtım. Videoyu bilgisayara indirdim ve başladım izlemeye.
Bir toplantı kaydedilmişti. Toplantıdaki konuşmalar Açkurudyu dilindeydi. (Bir de tersinden bakın olaylara…)
Videoyu sabah namazına kadar bir kaç kez izledim. Dünyayı sarsacak bir toplantının kaydıydı.
Kısaca özetleyeyim. Videoyu Türkçeye çevirdikten sonra sizlerle sosyal medyada paylaşacağım.
Toplantıya başkanlık eden Mr. Nosam'dı. Dünya Kötülük Konseyinin başı yani.
Beş komisyonla birlikte 2023 yılının değerlendirme toplantısı yapılıyordu.
Mr. Nosam kudurarak konuşuyordu. Ağzından çıkan şalyalar kameranın objektifine kadar gelmişti.
"Sen Uyuşturucu Komisyonu Başkanı Mr. Afyon....Bu sene çalışmanız çok zayıf. Biz Afganistan'ı boşuna mı işgal ettik? Dünya eroin imalatının %94 ü orada gerçekleştiriliyor. O bölgede bilumum terör örgütlerini boşuna mı peydahlıyoruz? Bakın Türkiye'de gençlerde uyuşturucu kullanma yaşı 9 a kadar düşürüldü. Yetmez! Biberonlara kadar inmeli bu iş. Daha çok “kar” istiyorum. Sentetik çeşitler artırılsın. O kadar bilimadamını boşuna mı besliyoruz kardeşim?"
Bu konuşmalar sadece özet olanlar. Geniş olan kısmını daha sonra ayrıca kaleme alacağım. Ama arkadaş siz de okumuyorsunuz ki? Yazsam ne olacak?
Neyse videonun özetine devam edeyim. Bir diğer komisyon başkanına döndü Mr. Nosam.
Enerji komisyonu başkanı Mr. Cereyan'a.
"Fosil yakıtlar konusunu ciddiye alın beyler. Müslümanların elinden son damla petrolü son kanları çıkıncaya kadar alacaksınız. Toryum, bor kaynaklarını lehimize çevireceksiniz. Elektrikli otomobil konusunda özellikle Türkiye'ye dikkat edin. Eron Musk'u geçenlerde oraya gönderdim. Milli otomobil konusunu manüpüle edin. Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu lime lime edeceksiniz. Elon Musk'ın yeni firması Neuralink’ e hedef verdim:
- İnsan beynine çok ince teller(elektrotlar) yerleştirecek
- Bu teller beyindeki nöronlarla etkileşime geçecek
- Beyin bluetooth ile bilgiyi cep telefonuna aktaracak
- İleride tersi de mümkün olacak, yani dışarıdan beyne bilgi "eklenebilecek""
Bir başka Komisyon başkanına yöneldi Mr. Nosam.
"Sen Mr. Tabanca. Silah stoklarımız çoğaldı. Stok maliyetlerimiz şirketi batıracak. Son 15 yılda ortadoğu'da 30 milyona yakın insan öldürdünüz, ama yetmez. Teknoloji üretim hızımızı artırdı. Siz de tüketim hızımızı artırın. Biyolojik silahlarla çeşitliliğimizi artırın. Türkler okçuluk gibi meşgalelerle kendilerini oyalarlarken siz manyetik silahlar üretin. Robot askerlerin teknolojik gelişimini hızlandırın."
Mr. Nosam adeta öfkeden kuduruyordu.
"Sizin gevşekliğiniz yüzünden zarar ediyoruz. Herşeyi kar mantığında görmeniz gerektiğini nasıl unutursunuz. Sen Mr. Protein. Sen ki, tarım ve gıda komisyonu başkanı. Gdo lu ürünleri yaygınlaştırın demiyormuyum size? Obezite anne karnındaki veletlere kadar sirayet etmeli. Geniş arazileri büyük firmalarımıza peşkeş çekin. Hayvancılığı bitirin. Herkes haram ve zararlı ürünlerle beslenmeli. Hastalıklar artmalı. Dünya nüfusunu azaltmalıyız. Ve sen Mr. Draje. İlaç komisyonu başkanı. Mr. Protein ile birlikte çalışmalısınız. Ortak projeler üretmelisniz."
Kısaca videonun özeti bu şekildeydi.
Ancak son kısmı daha manidardı.
Mr Nosam son kez Amerikanya’nın başkanını fırçalıyordu:
"Lan Başkan...Daha çok kaos, daha çok kar. Hemen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan et."
Mr. Nosam talimatlarını yağdırmaya devam ediyordu.
“Unutmayın! Modern insanı biz, Amerikan’ya güdümlü topraklarda, İblis’in laboratuarında, el değmeden en modern tesislerde son model tekniklerle ürettik. Kullanım süresi cehennemin dibine kadardır. Amblajı betondan, naylondan ve sentetik mamüllerdendir. Bozuk ambalajlı ürünleri geri dönüşüm ünitelerimize iletiniz. İnsaf, vicdan, ahlak, şeref, haysiyet, onur gibi duygulardan arındırılmıştır. Çağdaş ortamlarda muhafaza ediniz. Manevi ortamlardan uzak tutunuz. Günlük bakımlarını ihmal etmeyiniz; Tv. gazete, film, facebok, twetter gibi yöntemlerle şarz ediniz. Şarkılarla, markılarla, kitlesel eğlence merkezlerinde oyalayınız. Hertürlü duygusal ve mantıki manyetik alan ürünlerimize zarar verebilir. Kullanmadan önce prospektüsünü okuyunuz.
Memnun olmadığınız ürünlerimizi Allah’a havale ediniz. Demokratik platformlarda yıllık bakımını yapınız. Ürünümüzün ortalama kullanım süresi 70 yıldır. Bir erkek ile bir dişiyi rayiç alışkanlık ortamında bir araya getirdiğinizde ürün çoğalması sağlanacaktır. Ancak çoğaltım işlemine ara veriyoruz. Artık “Nötr Cinsiyeti” esas alıyoruz.
Medeniyet beşiğinde sallayınız bebek ürünleri... Yetişkin ürünlerimize ait özellikleri okul denilen servis sağlayıcılarımızda küçük ürünlerimize programlatınız. Her bir küçük ürün mutlaka yetişkinlere benzemeli.
Samimiyetsiz, içten pazarlıklı, her türlü günaha meyilli, güvensiz, saygısız, sevgisiz, menfaatçi, bencil olan ürünlerimiz şehir ortamları için mükemmeldir. Gayri safi milli hasılada, kişi başı tüketimi maximum düzeyde gözeten “vatandaş kimlikli” tescilli marka, oyunu kullanan, vergisini veren, itaatkar olan ürünlerimizi tercih ettiğiniz için şirketimiz teşekkür belgesini mail adresine gönderecektir. Sağcı ve solcu olarak iki ayrı çeşidimiz mevcuttur. Kendi aralarında dindar, az dindar, yobaz, ateist, deist gibi alt modellerimiz de mevcuttur. Fikirsiz ve kişiliksiz yeni modellerimiz kitlesel üretime tabiidir. Ancak hepsine bizim masallarımızı okutacaksınız çocuk çağlarında. Bizim kahramanlarımızın hikayeleriyle büyümeliler.
Londra, Paris, Roma, Moskova, Newyork, Tel Aviv, Vatikan gibi yerlerde şubelerimiz ve tamir servislerimiz bulunmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerindeki modellerimiz tıpkı batı ülkelerindeki asılları gibi özelliklere sahip “Original” emitasyonlardır. Dünyadaki en sağlam örnekler T.C. serisidir. Koleksiyonerlerin gözbebeği “Muhafazakar” ve “Kemalist” modeller özel üretimdir. Milli hislerinden arındırılmış, şovenizm ve dogmatizm eksenlidirler. İnsani değer adı altında fabrikamızın ayarları esas alınmıştır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği programlarımıza uygundurlar. Kadem’e kadem’e bir titizlikle, Feminist virüs programlarıyla donatılmışlardır. Polemik ve hurafe inançlarla besleyiniz. Dedikodu, gıybet, iftira gibi gıdalarını ihmal etmeyiniz. Fitne çıkarmaya bayılır, gereken ortamları sağlayınız.
Genç modellerini anarşi çıkarmada kullanabilirsiniz. Gezi parkında test edebilirsiniz. Paralel programlamaya müsaittirler. Sloganlar başlama komutlarıdır. Lider modellerimiz özeldir. Ancak fabrikamızın bilgisi dahilinde belirli alanlarda kullanılabilir. Modellerimizin kullanım hatalarından dolayı müessesemiz sorumlu değildir.
Şimdi sen çok kazanan hep kazanan biri olmak istersen, dediklerimi, şirketin kurallarını uygulayacaksın. Ama bu kadarını yapamam, bu beni aşar dersen olmaz!
Yol uzun, safı var, temizi var.
Dinleme hocaları, kır kalemleri, kağıtlarını yırt kitaplarını.
Nasihate kulak tıka; daha ilk adımda yumuşatırlar adamın kalbini. Hep merhametsiz, hep acımasız olacaksın. Uyku yok bu yolda! Elin net’te, gözün kar’da ve ekranda olacak; hep daha çok karda, hep kazanmakta. Yeter bu kadarı, olmayacak hayatında!
Hiç yetmeyecek sana hiçbirşey. Daha çoğunu, daha fazlasını, en fazlasını, en büyüğünü isteyeceksin! Kudurtacaksın ananı-babanı! Yıkacaksın aile efradını!
Ocak söndürecek ilikleri kemikleri kurutacaksın. Voleyi vurdun mu uzaklaşacaksın! Döneceksin köşeleri! Düşeni görürsen bir tekme de sen basacaksın! Garibe acıma yok. Dolandırdığına üzülme yok.
Ne bulursan satacaksın! Sattığını bir daha satacaksın. Sattıkca daha çok satmaya, elde avuçta kimin nesi varsa alacaksın. Alacak ve satacaksın! Gerekirse gençliğini! Kutsalın olmayacak!
Her metodu bileceksin. Kimine duygusal görünecek, kiminin hırsına yükleneceksin. Hep kazandırmayı, hemen kazandırmayı, lüks olan her şeyi vaad edeceksin. Hep vaad edeceksin. Havucu gösterip gösterip çekeceksin. Daha iyisini, en iyisini, en yükseğini, en pahalısını önereceksin.
Bizim yolumuzda kimse satmaktan daha önemli değildir. Şirketimizin tek ve biricik prensibi kar’dır.
İnsanları ikiye ayıracaksın, alanlar ve satanlar. Sen hep satan olacaksın.
Logomuz olan, şirket bayrağımız asılı olan her yer bizim vatanımızdır. Bayrağımız gökkuşağıdır.
Savaşta silah satıp, barışta sattığın silahları yok pahasına geri alıp, semirmek isteyen açgözlü ülke liderlerine allayıp pullayıp yeniden satacaksın. Her şeyi satacaksın. Umudu, ağaçların yeşilini, suyu, hatta havayı bile.
Bu kadar da olur mu diyene aldırmayacaksın. Onun aklının almayacağı kadarı yapacaksın.
Bu şirketin bayrağını her yere dikmek için, herkesin her şeyini elinden almaya bakacaksın.En çokta çocukları aldatacaksın. Müzikle, filmle, futbolla, teknolojiyle.
Gördüğün, algıladığın, dokunduğun, düşlediğin her şey satılabilir. Dua isteyene dua, villa isteyene villa, daha güzel bir gelecek isteyene en güzel geleceği satacaksın.
En büyük kar’ı umuttan, vaadden kazanacaksın.
Gözyaşlarını satacaksın. Açgözlülüğü satacaksın. Her ulusun vatandaşı, her dinin keşişi olacaksın. İnsanlığı satacaksın!
Söyleyin bakalım, var mısınız yolumuzda yürümeye?”
Mr. Nosam’ı tanıyasınız diye bir geçiş hikayesiyle sözlerimizi bitirelim artık. Nasıl, balatalarınız ısındı mı? Anladınız mı beni? Kavrayabildiniz mi peki?
Afrika’dan bir kabilenin hikayesini anlatacağım. Afrika, hani başta Fransız milli takımı olmak üzere Avrupa başta olmak üzere dünyanın bütün yeşil sahalarında top oynayan siyah derili futbolcularla gündeme gelen coğrafya. Tvlerde çekilen hayvan belgesellerinin platosu. Afrika kıtasının bilinmedik yerlerinin kaşifi diye yutturulan Livingston. (ki kendisi bir Cizvit papazıdır.) 1840 yılında adımını atar kara derili, kara kaderli insanların yaşadığı kıtaya. Ah ulan, Kartacalılar o savaşı kaybetmeyeceklerdi, Roma’ya karşı! O esnada Afrika’da bugünün 28 devleti Osmanlı Devletine müntesipti. Bir yandan da Amerikanya’lılar kıtada çoktan köle ticaretine başlamışlardı bile.
Cizvit papazları sömürgeci misyonerlerdir. Hatta meşhur bir sözleri vardır ki kulaklarımıza küpe olsun: “Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasın da sizin olsun!” Hani “Beyaz adam bize geldiğinde bizim topraklarımız onların İncil’i vardı. Şimdi ise bizim İncil’imiz onlarınsa toprağı var” demelerine sebep olan Afrika’yı sömüren Cizvitler’den söz ediyorum.
Hikayemiz şu. Bir özel tv ye mensup çekim ekibi Afrika’nın, modern diye adlandırılan insanlar tarafından henüz adım atılmamış bir bölgesine adım atarlar. Balta girmemiş ormanlar diye tarif edilir ya hani. Hoş o zıkkım balta dünya yağmur ormanlarına bir girdi ki 1950’den beri ormanlık alan oranı yarıdan fazlasıyla azalmış durumda. Sonra da küresel ısınma filan. Kimse de küresel yavşaklık demiyor ama bu mevzuya.
Tutki kabilesi avcılıkla geçimini sürdüren bir kabiledir. Kabilenin genel geçer kuralları üç başlık altında günah, suç ve ayıp olarak katagorize edilmiştir. Kabile lideri Hayis yaşlılığın getirdiği durumdan dolayı kabilesinde otoritesini kaybetmek üzeredir. Kurallar gereği kim ki kabile reisine itiraz eder ya kabile reisiyle ya da reisin belirlediği isimle bütün kabile halkının gözlerinin önünde dövüşürler. Genç lider adayı Matah gözüne Hayis’i kestirir ve meydan okur. Bu esnada modern dış dünyada da Yalta Konferansı düzenlenmektedir.
Tv ekibimizin başı (Şirket Mr Nosam’a ait) kabile ile girdiği diyalogla ilişkilerini güçlendirmiş, bölgede rahat rahat çekimlerini yapmaktadır. Bu tarihi olaya şahit olmak kendisini heyecanlandırır.
Matah hem kabile reisini hem de onun tayin edeceği kişi ile dövüşü teklif eder. Kaybeden hayatıyla öder bu düelloyu. Demok adı verilen gündür, kapışmanın olacağı günün adı. Kabile için bayram günüdür. Kurbanlar kesilir, eğlence tertiplenir. Hatta ormandan topladıkları bir mantar ile de kafayı bulurlar. Eğer mevcut reis kavgayı kazanırsa bir 5 yıl daha kimse reise meydan okuyamaz. Peki bu 5 yıl nasıl tespit edilir? O esnada doğum yapan keçi büyüyüp 10 ayrı doğum gerçekleştirirse süre sona erer. O keçi kutsaldır. Özenle bakımı yapılır. Kavga olacağı zaman o keçi baş kurbandır. Onun eti yeni seçilen reisindir.
Matah kavganın galibi olur. Hayis ve adamının cesedi bal dolu bir sanduka içinde yerleştirilir. Kabile halkı bir sonraki reis gelinceye kadar eski reisin cesedini saklar.
Matah reisliği hak edince önce bütün yönetimi değiştirir. Başta büyücüyü. Sonra işlerini halleden kurbaylarını, yani kabinesini. Askerlerinin komuta kademesini. Yeni eşler edinir. Eski reisin ailesini kabileden sürer. Sıkıntı çıkartabilecek olanlarını öldürür. Cesetlerini kabile merkezinin meydanına gömdürür. Ki halk ayak bastığı yerde eski yönetimin ölülerini düşündükçe azgınlık yapmasın diye.
Tv ekibinin içinde yer alan gizli misyoner ise tebliğ çalışmalarına başlamıştır. Yeni reisin heyecanını kullanarak onu yönlendirmeye başlar. 60 yıllık bir çalışmadan söz ediyorum. Yakın zamanda Mr. Nosam’la ilgili kripto bilgilere ulaştım.O anlatıyordu bütün bunları gizli videoda. Belgeselin bir kısmını yayınlamış İngiliz BBC de. O kabile hakkında dinlediklerimle bugünün dünyasını mukayese etmeye çalıştım bende nacizane. Bir kabilenin dönüştürülme hikayesini dinledim Mr. Nosam’dan. Geleneklerinden nasıl koparıldıklarını…Nasıl modernleştirildiklerini…
Matah Reis dostluğunu geliştirir beyaz adamla. Yeni şeyler öğrenmenin ve beyaz adamın sihirli eşyalarının etkisiyle kendi kabilesinin kurallarını gevşetir. Aslında bizim hikayemizle de örtüşmektedir Matah’ın ve kabilesinin başına gelenler. Bir başka kitabımızda bu konuyu uzun uzun anlatırım sizlere. Ancak son zamanlarda yaşadıklarımızı burdan esinlenerek yorumlamaya çalışın sizlerde. Ha bu arada Avrupa’da top koşturan Nalay Lobtuf isimli topçunun Matah’ın torunlarından olduğunu hatırlatayım. Hani Fransa’nın Dünya şampiyonasında kazandığı zaferin önemli mimarlarından olan…
Kitap boyunca anlatmaya çalıştığım durum şundan ibarettir.
Kargaşa ve kaos yüzyılın ekmeği…Emperyallerin büyük ticareti…Bayağılaşma ya da sıradanlaşma, modernitenin ya da hegemonların yaydığı kültürün ana özelliğidir. Üçlü bir saç ayağına oturur bu düzen.
Birincisi değerlerin saptırılması, ikincisi arzunun manipülasyonu ve kışkırtılması, üçüncüsü gerçek dünyanın sahtesiyle yer değiştirmesi. Yani ahret duygusunun ihmali ve iptali.
Özellikle İslam dünyasındaki dünyevileşme Müslümanlar için varlıklarını koruma adına büyük tehdit içermektedir. Bunların her birisi başlı başına bir kitabın konusudur.
Gelişen teknoloji bir yandan üretimi körüklerken, diğer yandan üretilmişlerin tüketilmesi için üretim yapan insanlara vakit kazandırmanın derdine düşmüştür. Boş zaman, tatil, önemli gün ve haftalar gibi. (Lütfen bu cümleyi bir kez daha okuyun. Hatta ne anladığınızı ifade eden bir kompozisyon-makale yazın.)
Özellikle şehirleşme teşvik edilmiştir. Modernitenin mabedi şehirlerdir. Şehirlere yığılan insanlar burada modernitenin talepleri doğrultusunda yeni bir ortalama kültürün ortak paydalarından nasiplenmeyi tercih ederler. Köyün günahı, şehirlerin sokağında ahlaksızlık kıyafetine bürünür. Korkular, kaygılar ve beklentiler kurulu düzenin normlarına uygun hale dönüştürülür. Herkes kendi değerlerinden taviz vermeye başlar. Hegemonlar hayat standartının belirleyicisidir. Bilim ise belirleyiciliğini aldatma ve kurgulamacılığına adamıştır. En kutsanan devlet bile hegemonların geniş halk yığınlarına karşı kendilerini koruma özelliği edinir.
Bütün ideolojiler kuzendir, akrabadır, yakın ilişki içindedirler. Hepsi yüceler meclisinin, dünya kabilesinin reislerinin menfeatlerine odaklıdır.
Halk yumuşak, kıvrak ve her manaya yorumlanacak kavramların taahhüdüyle oyalanır. Misal mutluluk gibi. Herşey görecelidir.
Miras hukuku ile dünya arazileri parçalanır. Köy ve tarım yetersizleştirilir. Ta ki kocaman şirketler devreye girer ve karteller ve tekeller oluşturulur.
Kitlelerin geçim biçimi memuriyet ve işçilik üzerinedir. Bunlara servis sağlayan esnaf dediğimiz yemleyiciler vardır.
Bankalar tam umudun tıkandığı yerde kartlarıyla devreye girerler umut tazelerler. Devran hep nesillerin devşirilmesi ve tekerrür üzerine kuruludur. Kahramanlar ve düşmanlar hep vardır, bunların mücadelesine tarih ismi verilir. Hep bir tarafın adamı olmak zorundasındır. Hayallerin ve rolün onların belirlediği senaryolara uygun olmak zorundadır.
Kazara ağzından kaçıracak olursan; “Allah’tan başka ilah tanımıyorum” diye…Beni yaradanın normuyla yaşamak istiyorum dersen…Kan kustururlar, kan!
Yalancısındır artık, bozguncusundur. Adalet, empati, hürriyet, eşitlik gibi kelimeleri sarf edemezsin. Kelimelerde onların istediği evsafta anlam taşımalıdır. Kavramları sorgulayamazsın.
Hazcılık, konfortizm, bencillik dinsizlik arazisinde yaşam bulmuştur. Din afyondur. Irkçılık sürekli körüklenen ateştir. Üstünlük tartışmaları üstünlerin seni yakapaça ettiği hususlardandır. Hele cinsi düşkünlük…Homoseksüelliğin türlüsü…Bilumum cinsel sapkınlık insanlığın yeni rotasıdır. Şehirlerde ki aşırı nüfus artışının önüne başka nasıl geçilebilinir ki?
Eğitim, sağlık, güvenlik…hatta trafik bile kaosa dayalı olmalıdır. Genel bir umutsuzluk, karamsarlık kendisini kurtaran kaptan formülüyle biçimlendirilir. Emeklilik posa çıkartma müessesesidir. Üretimi yavaşlatacak her ne varsa engel konulur. Tüketim ise alabildiğince hızlı olmalıdır. Aradaki paradoks “kar” ile telafi edilir. Kar’ın olduğu yerde ise merhamete yer yoktur.
Bahsettiğimiz her bir husus ayrı ayrı müteala edilebilinir. Ancak okuma, bilme, öğrenme tükendiğinden bizim gibi sızılı adamların veryansınları mahdut manada kişilerle çerçevelenmiştir.
Bütün bunların dışındaki bir teklife ise insanlar kapalıdır; Misal İslam! Devrimci özelliği hegemonların işine gelmez. İslam bir sos’dur. Allah ile aldatanlar için geçim malzemesidir. Eskilerin hikayesidir artık bu devrimci duruş. Özellikle Müslümanlık iddiasındaki kalabalıklar kendi iddialarını unutup mevcut kabilenin görüşlerine kendi görüşlerini benzetmenin telaşesine girmişlerdir.
Bir meydan okuyucuya ihtiyaç var.
Matah bir adama yani.
Matah topluluklara belki!
Yeni masallar anlatacak adamlara!
GÖKTEN YAĞAN YAĞMUR DEĞİL!
Yedi Ekim'den beri
İkibinyirmiüç'ün...
Onyediden beri hatta,
Bindokuzyüzonyedinin...
...
Gökten yağmur yağmıyor ki,
Bedenleri parçalanıyor onların!
Bizimde metruk gönüllerimize düşüyor,
Sağanak olmuş yağan bomba!
Gülüp geçiyor kimileri olan bitene!
İnsanlık ki, insanlıktan çıkmış akıbeti imha!
İstiyorlar ki fotoğrafları çekilirken,
Gülümsesin çocuklar!
taze bedenler,
ölürken,
nasıl gülsünler?
...
Bir-iki- üç derken,
sayılacak milyonlar,
milyonlarca çocuğun,
yok edilen bedeni,
ve de ruhu,
bir tv spikerinin,
dudaklarına kazınacak!
"Bugün Gazze'de, Suriye'de,
meydana gelen patlamada!"
Doğu Türkistan'da ya da Arakan'da...
ve bu patlamanın sağır eden sesini, insanlar yine bir şekilde duymayacak...
...
Körebe oyununda, insanlık,
karanlık duyguların,
arkasında saklanbaç!
Mahşer bakışlı bebekler
Ertelediler ağlamalarını kıyamete!
Biz de az kınadık, çok kınandık!
Vicdanımızla sınandık!
...
Fabrikalar yalnızca
bencillik üretiyor,
Stoklarını bitirmek için,
kör kurşunların
parlak ambalajlarında!
...
Ben,
okumuş çocuğu memleketimin,
yanlış mı okuyorum ne?
Ne bu olup bitenin adı?
Mazlum ben değilsem,
olup bitenden bana ne mi diyorum?
...
Kreasyonunda insafa yer yok,
gemisini kurtaran kaptan!
Öyle mi?
Rahatlat kendini, de ki;
Şu an acı çeken,
peygamberler coğrafyasının çocukları,
dedelerinin dedelerimize,
ihanetlerinin bedellerini,
üstlenmediler mi?
...
Çırpınma!
Mazeretlerimiz,
gözyaşlarını silmiyor,
masumiyetin!
...
Hem deden,
emin ol yaşasaydı,
bin kez daha ölürdü,
dedeleri,
De ki, ihanet etse de kendilerine,
bu masum bebelere!
Yitirdinizde aslınızı, nasıl bu kadar duyarsız olmayı becerdiniz?
Müslüman olmanıza gerek yok,
Hissetmiyorsan acısını mazlumun,
Sloganlarınız batsın!
Kahrolsun acımasızlığınız!
...
Ah o beldelerde,
tam bir milyon deden,
ingilizin serpuşu,
değmesin diye namahreme,
çölleri yurt,
çölleri kabir edinmediler mi!
...
Sen,
İngilizin oyununa gelipte,
ihanet edersen asıl,
kendi dedene!
o ölümlerin,
ortağısındır!
Tarih yazsın;
böyle biline!
...
Çocukları katledilen,
toprak ana,
şahittir,
olup bitene!
...
Boykot et!
Kendini önce!
Siyonizme küfret!
....
Sonra da höykün
Bize ne noldu, de!
Babilin kuleleri gibi kısa sürede dikiliverdiler Kabe’yi kuşatan modern yapılar bir kültürel işgalin iştahıyla. Kabe ise Osmanlı sonrası İngilizlerce çizilen haritalar gereği uzun süredir Suud kraliyetince mahzun bir mapusluk altındadır. Yüzyılın karabasanı kültürel emperyalist şeytan, Kabede de Müslümanları rehin almıştır. Kudüs gibi, Kahire, Şam, Bağdat gibi...Endülüs toprakları gibi...İstanbul’un ara sokakları gibi hazin günler solunmaktadır ümmetin tüm coğrafyasında. Şirkin orduları fısktan atlara binmişlerde öyle dolaşmaktadırlar mahallelerinde müslümanların. Müslüman ise gafil, cahil...yani zelildir. Yetimi çok dulu münbittir. Fakirlik makus talihi; maddi ve manevi fakirlik. Fakirlik sofrasının menüsünün ahvali malum;
Namaz, ne kadar da az! Niyet ve samimiyetsiz...
Oruç, obezitenin iftar sofrasında! Çokça tıkınıpta işkembesine eziyet edenlerin geğirtisi yeni bir gökgürültüsü. Gözyaşı yağmurları nerdesiniz?
Zekat, kıt-kanaat! Atıklar ve artıklar bile umut sofrasına katık!
Hac, turizm faaliyeti! Made in china malı seccadeler, digital tesbihler...Çokça da spreyli esans...Kokuşmuşluğumuzu bastırmak için.
Kelime-i şehadet; ilk değil temennide son söz... Yaşarken söylemeyi unutanlar ölürken dile getirmeyi beklemekteler.
Kulak ver tarihe
Üçüncü bin yıl da dedi, papa hazretleri;
Asya’da tabi olacak İsa mesih efendimize!
Avrupa ve Afrika’ dan sonra 6. paulus efendi.
Hedefler belirlendi, diyalog dendi, hoşgörü, bir de 65’te ikinci vatikan konsülü!
Ama denildi, Asya’da müslüman çok, onlardan da bize meyil yok!
Olsun; var edin, hristiyanlar gibi yaşayan, müslümanlar elde edin!
Popüler tabirle yol haritası hazırdı! Hocaefendiler de!
Müslüman coğrafyanın, kalbine cehalet hançerini sokun!
Kitaplarından koparın! Tefrika çıkarın!
Tarlalarını uyuşturucu ile yeşertin ki kararsın dünyaları!
Alkol, zemzemleri olsun! Olmadı, cola!
Plajlarında ve medyalarında arzı endam etsin iffetleri,
Daha çok açılana, daha çok modern deyin!
Fuhuş ile nesilleri bozulsun, analar babalar karışsın!
Çocuklarını bizim hikayelerimizle uyutun!
Bizim markalarımızı, kahramanlarımızı görsünler, rüyalarında!
Şehirlere yığın onları, kaos kaderleri olsun!
Fitneye bahaneler üretin; düşünmelerine asla fırsat vermeyin!
Verin vesveseyi, iyiliği kendilerinden, kötülüğü kaderden bilsinler...
Her beş yılda ekonomik, her on yılda siyasi, krizleri olsun,
Ahmaklıkta sonları...
Din adamları olsun maaşlı ve lojmanlı;
Gıkını çıkarana, fetvalar versin, cehenneme göndersin!
Sorgulamayana yanmaz kefenler!
Siyasileri olsun, bizden olsun!
Kim gelirse tepelerine,
Tepedekiler bizden olsun!
Eğitimi, kültürü, biz belirleyelim, gerisi kolay!
Kerameti kendilerinde arasınlar,
Cacıktan mevzularla oyalansınlar!
Üçüncü bin yılda,
tanrı müslümanları kutsasın!
Çeşit çeşit ideolojileri olsun, bol bol sloganları,
teknolojiyle başları dönsün, imanları sönsün!
İtiraz edecek gibi olanları, bu konuda şiir bile yazanları, duymazdan gelin; oyun bozan deyin, boşverin!
Onlara putlar üretin,
Tapınacakları yepyeni!
Kısa sürer teslim alırız bütün kaleleri!
Vatikan’da yapılan planlar neticesi...
Hristiyanlaşmış Müslümanlar;
Aymazlık sürdüğünce,
beklenen son; ümmetin kaçınılmaz akıbeti!
“Son Selçuklu”dan! Endülüs aşığından! Osmanlı hasretliden! Haçlı seferlerinin devam ettiğine inanan bendenizden; bir içerlenmedir sözlerim!
FEHMİ DEMİRBAĞ
DIĞER HABERLER
-
YENİDEN REFAH PARTİSİ GENEL BAŞKANI SAYIN FATİH ERBAKAN KARDEŞİME AÇIK MEKTUP
26 Mart 2024, 14:58 -
Hak Bir Dernek Yönetimi, Pendik Eşrafından Şemşettin Türkay’ın Açmış Olduğu Kafe-Restauranta Hayırlı Olsun Ziyaretinde Bulunmuşlardır.
15 Kasım 2023, 18:21 -
Yakacık Semtindeki Sohbet Evi'nde 10 Kasım 2023 tarihinde Filistin ve Gazze (Rothschild) Konulu Konferans Konuşmacı MÜSİAD Kurucusu Erol Yarar
15 Kasım 2023, 18:16 -
Hak Bir Çalışan ve Emekliler Derneği Malatya Şubesi Kurucuları
15 Kasım 2023, 18:07 -
İsrail Nasıl Kuruldu? Yazar: Fehmi Demirbağ
11 Kasım 2023, 18:24 -
HAK-İŞ Konfederasyonu 48. Kuruluş Yıl dönümü Etkinliklerine Ait Fotoğraflar
05 Kasım 2023, 18:22 -
PENTAŞ Genel Müdürü olarak atanan Rüstem Kabil'e hayırlı olsun ziyareti.
31 Ekim 2023, 12:00 -
Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekman'ın PENDEF ve HAK BİR ziyareti
04 Kasım 2023, 15:00 -
Bayiim Olur Musun? Fuarını Ziyaret Eden Yöneticilerimiz ve Misafirler
02 Kasım 2023, 17:37 -
Hukuk Komisyonumuz, yapılacak anayasa değişikliği konusunda
14 Eylül 2023, 16:35